Yola çıktığımda içimde bugüne kadar hissetmediğim
duygular barındırıyordum. Bir tarihin içine, onu yaşamaya gidiyordum. Yıllardır
kitaplarda okuduğum, belgesellerini izlediğim o kent benim olmaya çok yakındı.
Her şeyi elimle koymuş gibi bulacaktım. Tabi bu düşüncelerim Amorpha’ya
vardığım an yerle bir olmuştu. Burası, burası tarihi bir kentten çok bir
metropoldü! Gözlerime inanamıyordum. Neredeyse bulutlara değecek gökdelenler,
sıkışık trafik ve farklı yönlere hızla ilerleyen insan kalabalığı!
Binalar ilk bakışta çok değişik gelse de baktıkça
farkları yok oluyor gibiydi. Fakat insanlar gitgide daha da yabancılaşıyordu
gözümde. O an burnuma alışık olduğum bir koku gelmişti. Evet , evet denizdi bu,
hiç şüphe yoktu! Nefes almakta zorlanmaya başladığımı hissediyordum. Denizi
bulmalıydım, bu kalabalıktan kaçmalıydım. Etrafı gözlemleyerek dolaşmaya
başladım. Yolda aklımda olan şehirden eser yoktu gördüklerimde. Şaşkındım, ama
daha çok öfkeliydim! Yüksek binaların ve
hızlı ilerleyen kalabalığın arasından biraz olsun ayrılmıştım ki bir anda
binalar, insanlar, kokular, her şey değişiverdi. Şaşkınlığımı gizleyemez halde
etrafa bakıyordum. Nerede olduğumu anlayamıyordum. Konuşan insanları dinlemeye
başladım ancak her biri bambaşka bir dil konuşuyor gibiydi. Kendi başıma yola
devam etmeye karar verdim. En iyisi deniz kokusunu takip etmektir diyordu
içimden bir ses ve öyle yaptım. İlerledikçe sokaklar birbirine geçmeye, binalar
ve insanlar şekil değiştirmeye başlıyordu. Neredeydim ben! Bir labirent mi?
Bulmaca mı çözmem gerekiyordu istediğimi elde etmem için? Derin bir nefes
aldıktan sonra mantığımla değil hislerimle yola devam etme kararı aldım.
İçimdeki tarih aşkı ve denize olan tutkum birleşip beni hazineye götürecekti,
emindim. Bu yoğunlukla yürümeye başladığımda artık kendimi ne binalar arasında
küçücük ne de insan kalabalığı arasında yabancı hissediyordum. Sanırım
yolculuğum şimdi başlıyordu. Bir farenin peynirini araması gibi bende tarihi ve
denizi arıyordum…
Aradan saatler geçmişti ve ben umudumu yitirmeye
başlamıştım. Umutsuzca yanımdaki kaldırıma oturup ellerimi başımın arasına
aldım. Neredeyse ağlayacaktım! Çıkamıyordum bu yerden, istediğimi bulamıyordum!
Her yer bina, herkes yabancı… O anda kulağımda çocuk sesleri yankılandı.
Heyecanla başımı kaldırdığımda karşımda kentin tarih müzesi duruyordu.
Gözlerimi birkaç kez kapatıp açtıktan sonra gerçek olduğuna inanabildim. Yolda
hissettiğim tüm duygular bir anda geri gelmişti. Bir hamlede doğruldum ve
koşarak denizin kokusunu takip etmeye devam ettim. İnançlıydım, gerçek
kalıntılar yakındaydı! Tam bu sırada labirente benzettiğim tüm yolların
yürüdüğüm ana caddeye bağlandığını fark ettim. Binalar, yollar ve insanlar
giderek tanıdık hale geldi. Heyecanımı bastıramıyordum. Gelirken aklımda olan
her şey yok olmuştu belki de ama olsun yine de buradaydım. En azından bir deniz
ve bir müze vardı ve bununla yetinebilirdim. Deniz kokusu yolun sonundaki
mavilikle birlikte giderek daha da belirgin hale geliyordu. Fakat, fakat o da
ne! Bu yalnızca bir göl! Tüm umutlarım yeniden yerle bir olmuştu!
Olduğum yere oturdum. Bir kendime, bir de şehre baktım.
Ve o an şöyle düşündüm “Ne olursa olsun, ne kadar büyürse büyüsün yine de
tarihini tamamen yok etmemiş. Belki gözle görülür içinde gezilebilecek bir
tarihi kalıntısı ya da büyük bir denizi yok ama hala bunların kokusunu taşıyor
bu şehir!”
(Görünmez Kentler, Italo Calvino'nun kitabından uyarlanmış bir mimarlık projesinin hikayesidir )
(Görünmez Kentler, Italo Calvino'nun kitabından uyarlanmış bir mimarlık projesinin hikayesidir )
db