17 Nisan 2014 Perşembe

Amorpha / Bir Görünmez Kent Hikayesi

Yola çıktığımda içimde bugüne kadar hissetmediğim duygular barındırıyordum. Bir tarihin içine, onu yaşamaya gidiyordum. Yıllardır kitaplarda okuduğum, belgesellerini izlediğim o kent benim olmaya çok yakındı. Her şeyi elimle koymuş gibi bulacaktım. Tabi bu düşüncelerim Amorpha’ya vardığım an yerle bir olmuştu. Burası, burası tarihi bir kentten çok bir metropoldü! Gözlerime inanamıyordum. Neredeyse bulutlara değecek gökdelenler, sıkışık trafik ve farklı yönlere hızla ilerleyen insan kalabalığı!

Binalar ilk bakışta çok değişik gelse de baktıkça farkları yok oluyor gibiydi. Fakat insanlar gitgide daha da yabancılaşıyordu gözümde. O an burnuma alışık olduğum bir koku gelmişti. Evet , evet denizdi bu, hiç şüphe yoktu! Nefes almakta zorlanmaya başladığımı hissediyordum. Denizi bulmalıydım, bu kalabalıktan kaçmalıydım. Etrafı gözlemleyerek dolaşmaya başladım. Yolda aklımda olan şehirden eser yoktu gördüklerimde. Şaşkındım, ama daha çok öfkeliydim!  Yüksek binaların ve hızlı ilerleyen kalabalığın arasından biraz olsun ayrılmıştım ki bir anda binalar, insanlar, kokular, her şey değişiverdi. Şaşkınlığımı gizleyemez halde etrafa bakıyordum. Nerede olduğumu anlayamıyordum. Konuşan insanları dinlemeye başladım ancak her biri bambaşka bir dil konuşuyor gibiydi. Kendi başıma yola devam etmeye karar verdim. En iyisi deniz kokusunu takip etmektir diyordu içimden bir ses ve öyle yaptım. İlerledikçe sokaklar birbirine geçmeye, binalar ve insanlar şekil değiştirmeye başlıyordu. Neredeydim ben! Bir labirent mi? Bulmaca mı çözmem gerekiyordu istediğimi elde etmem için? Derin bir nefes aldıktan sonra mantığımla değil hislerimle yola devam etme kararı aldım. İçimdeki tarih aşkı ve denize olan tutkum birleşip beni hazineye götürecekti, emindim. Bu yoğunlukla yürümeye başladığımda artık kendimi ne binalar arasında küçücük ne de insan kalabalığı arasında yabancı hissediyordum. Sanırım yolculuğum şimdi başlıyordu. Bir farenin peynirini araması gibi bende tarihi ve denizi arıyordum…

Aradan saatler geçmişti ve ben umudumu yitirmeye başlamıştım. Umutsuzca yanımdaki kaldırıma oturup ellerimi başımın arasına aldım. Neredeyse ağlayacaktım! Çıkamıyordum bu yerden, istediğimi bulamıyordum! Her yer bina, herkes yabancı… O anda kulağımda çocuk sesleri yankılandı. Heyecanla başımı kaldırdığımda karşımda kentin tarih müzesi duruyordu. Gözlerimi birkaç kez kapatıp açtıktan sonra gerçek olduğuna inanabildim. Yolda hissettiğim tüm duygular bir anda geri gelmişti. Bir hamlede doğruldum ve koşarak denizin kokusunu takip etmeye devam ettim. İnançlıydım, gerçek kalıntılar yakındaydı! Tam bu sırada labirente benzettiğim tüm yolların yürüdüğüm ana caddeye bağlandığını fark ettim. Binalar, yollar ve insanlar giderek tanıdık hale geldi. Heyecanımı bastıramıyordum. Gelirken aklımda olan her şey yok olmuştu belki de ama olsun yine de buradaydım. En azından bir deniz ve bir müze vardı ve bununla yetinebilirdim. Deniz kokusu yolun sonundaki mavilikle birlikte giderek daha da belirgin hale geliyordu. Fakat, fakat o da ne! Bu yalnızca bir göl! Tüm umutlarım yeniden yerle bir olmuştu!

Olduğum yere oturdum. Bir kendime, bir de şehre baktım. Ve o an şöyle düşündüm “Ne olursa olsun, ne kadar büyürse büyüsün yine de tarihini tamamen yok etmemiş. Belki gözle görülür içinde gezilebilecek bir tarihi kalıntısı ya da büyük bir denizi yok ama hala bunların kokusunu taşıyor bu şehir!”

(Görünmez Kentler, Italo Calvino'nun kitabından uyarlanmış bir mimarlık projesinin hikayesidir )


db