Başucumdan günün fotoğrafı seçmelerim vardı. Her sabah
uyandığımda özene bezene seçtiğim, sanki kırılacaklarmış gibi dikkatle
taşıyarak kilometrelerce yoldan getirdiğim posterlerime bakarak ayılıyordum.
Taksim de polisler çantalarımı ararken afişlere dokunana nasıl bir cesaretle
bağırdığımı hatırladıkça gülüyorum hala. Kitaplarım mesela, her biri gözümün
önünde, kimi masamın üzerinde kimi baş ucumda, kimiyse hemen kenardaki
kolilerde duruyordu ama yine de hangisi nerede bilirdim.
Ne zaman daralsam, camdan baktığımda o muhteşem körfezi
görüyordum. Bir nefeslik boşluk... Kafama estiğinde çıkıp yürüdüğüm zamanlarım,
telefonu kapatıp fotoğraf çekmeye daldığım saatlerim vardı. Hiçbir şeyi
umursamadan kendi kendime kahkaha attığım sahil gezmelerim bir de. Canım istediğinde
yemek yediğim, her daim kahvemin yanında hoş sohbet bulduğum yerdi İzmir. Ne
kadar uzun bilinmez ama orada yaşadığım 5 sene, o dağın tepesi, küçücük oda ve
birlikte yaşadığım arkadaşlarım bambaşkaydı…
Şimdilerde, büyüdüğüm evimde, bana yabancılaşmış eşyalarla
baş başayım. Afişlerimin yerini alan, çocukluğumdan kalma palyaço resimleri
garip geliyor sanki. Yurtta küçücük dolaplara sığan eşyalarım buradaki bin tane
dolaba sığmıyor nedense. Kitaplarım kapalı, sürekli bir düzen hakimiyeti…
Burası değil diyorum bazen kendime, burası değil olmam gereken yer.
Yıllarca uçup durmuş bir kuşun tekrar kafesine dönmesi gibi
bir his aslında hissettiğim. Özlem, sevgi ve minnettarlık duygularının yanında
sürekli kaçıp gitme arzusu duyan bir kuş. Yeni yerler görme, yeni insanlar
tanıma ve gerçekten bir işe yarama isteği benimki! Gün geçtikçe daha da artan,
akıldaki tilkileri her seferinde daha da arttıran…