26 Ocak 2015 Pazartesi

THE HOST /GÖÇEBE

Yönetmen: Andrew Niccol
Uyarlama: Stephenie Mayer
Görüntü Yönetmeni: Roberto Schaefer
Konu: Dünya görünmeyen bir düşman tarafından istila edilmiştir. İnsanların bedenlerine girerek onları ele geçiren yeni bir yaşam formuna karşı direnme gücü az olan insan ırkının neredeyse hepsi teslim olmuştur. Direnişte olan ve kaçak hayatı süren bir grup insandan biri olan Melanie yakalandığında ölümü tercih etmiştir ancak kurtulmuştur. Bedenini alan ruh “Göçebe” adını alır. Her ruh gibi, Göçebe de bedenin içinde kalan hatıralar ve yoğun duygularla başa çıkmak zorundadır. Fakat Melanie bedenini terketmez! Göçebe, Melanie’nin düşüncelerinin derinlerine inerek geri kalan insanların nerede olduğunu öğrenmeye çalışır. Ancak tek görebildiği sevdiği ve hala saklanmakta olan adamın, Jared’ın hayalidir. Bedenin arzularına direnemeyen ruh, tehlikeli olmasına karşın bulunduğu yerden kaçar . Dış güçler, Göçebe ve Melanie’yi aslında istemeseler de, ortak bir hedefte birleştirir ve birlikte sevdikleri adamı bulmak için tehlikeli ve sonu belli olmayan bir macera için yola koyulurlar..

Diane Kruger / The seeker
Saoirse Ronan / Melanie  Strayder– Wanda
Chandler Canterbury / Jamie Stryder
Max Irons / Jared Howe
William Hurt / Uncle Jeb
Jakel Abel / Ian O’Shea

 Alacakaranlık serisinden tanıdığımız Stephenie Mayer’den bir bilimkurgu daha karşımızda. Müzikleriyle ve kurgusuyla bizi hemen etkisi altına almayı başarıyor “Göçebe”. Son dönemlerde de çokça karşılaştığımız bilinmeyen bir yaşam formu tarafından istila edilme, ele geçirilme hikayeleri zaten hepimizde yeterince merak uyandırıyor. Filmin temasına uygun olarak yapılan açılış sahnesinden bir anda olayların korkunçluğunu anlatan bir sahne karşılıyor bizleri. Beklenmedik şekilde gelişen açılış, bizim ilgimizi çekmeyi başarır gibi. Merakımızın artması filmin içine girmemize olanak tanıyor. Filmin daha başlangıcında, direnişte olan Melanie’nin ölümden dönmesi
ve bedeninin ele geçirilmesinin şokundayken dışarıdan gelen bir sesle biraz daha şaşkınlaşıyoruz. Aklımız bir parça karışıyor tamda bu esnada. Bedenin yeni sahibi olan ve Göçebe adını alan ruhun başa çıkması gereken birçok zorluk vardır. Eski anılar ve yoğun yaşanan duyguların yanı sıra, bedenini terk etmemekte inat eden Melanie, Göçebe için her şeyi daha da zor bir hale sokmaktadır. Göçebe, Melanie’nin düşüncelerinin derinliklerine indikçe arzularına karşı gelemez hale gelir. Sevdiği adamı ve kardeşini yeniden görmek isteyen Melanie her şeye karşı hala direnmekte inat etmektedir. Göçebe tüm bunlara dayanamaz ve sığındıkları yere gidip onları bulmak için yola çıkar. Bir yandan avcılardan kaçarken, bir yandan da insanların onu kabul etmeyeceğinin farkına varır. Ancak bu gerçek Melanie’yi yolundan döndürmez ve saklanılan yer olan Amcası Jeb’in sığnağına gider. Göçebe burada beklediği tepkilerle karşılaşsa da zamanla her şey değişir.





Daha önceleri “Savaş Tanrısı” ve “Zamana Karşı” gibi filmlerden de tanıdığımız Andrew Niccol yönetmen koltuğunda. Her zaman olduğu gibi tam bir gerçeklik duygusu yaratmak için ciddi bir uğraş görüyoruz. Filmin kurgusunun yanı sıra döneme uygun olarak dizayn edilen araçlar, evler ve diğer dış ortamlar filmle aramızda daha sıkı bağlar oluşturuyor. Tüm bunların sadece bir film olduğunu bilmemize rağmen, 125 dakika boyunca gerçekliğin içinde kayboluyoruz. “Quantum of Solance” ve “Uçurtma Avcısı” gibi filmlerden tanıdığımız Roberto Schaefer’in üstlendiği görüntü yönetmenliği sayesinde izlenmeye değer, bizi alıp götüren sahneler karşımıza çokça çıkıyor. Açık alanların yanı sıra iç mekanlardaki çekim açıları da takdire değiyor.

Kesinlikle sıkmayan bir kurgu ve hiçbir şekilde abartıya yer verilmeyen olaylarla, keyifli bir sinema deneyimi yaşatıyor bize “Göçebe”. Bilim kurgunun yanı sıra izleyiciyi aşk, yurt ve güven hakkında düşündürüyor. Eminim ki birçok kişi salondan yüzlerinde hafif ve tatlı bir gülümsemeyle çıkacaktır.

                                                                             

                                                                                                            db

22 Ocak 2015 Perşembe

Mesafeler... Neredeler?

Uzaklıklar mı beni bu kadar kıran, yoksa gitgide yakınlaştığını zannederken uzaklaşmak mı? Ellerimden kayıp giderken kalbim ona doğru, yanlış olduğunu bile bile, canının acıyacağını bile bile dur diyemedim olup bitene...

Hayaller...

Hayallermiş! Olmayacaklarını bilmene rağmen kurulan hayallerin tek etkisi olur, acı. Başka bir şey değil. Zor gelir çünkü! Öfkelenirsin boşu boşuna, üzersin kendini. İstersin çok istersin de ufacık bir umut bırakırsın hep kapanan kapının kenarına, kapatmazsın inatla.

Kapı kapanınca da acımaz kırar o umudunu…
Yapacağın hiçbir şey yoktur işte o an.

Karşındakine mi kızacaksın? Onun suçu ne?

Kendine mi? İstemek mi suçtu, umut etmek mi, isyan etmek mi? Her isyanında bir kez daha acımadı mı canın? Sus otur demesiydi belki de hayatın bu sana.

Bekle, bekle daha iyisi olacaktır.
Ama olmadı dimi?

Özledin, ağladın, hırçınlaştın, daha çok daha çok istedin. Kopma anında oldu her şey. Düzgünce gitmesine izin verilmedi hiçbir şeyin. Alıştıkça mesafeler büyüdü, daha çok istedikçe zaman sınırları zorladı.

Sonuç?
Merakla bekliyorum. 

19 Ocak 2015 Pazartesi

Biraz deniz havası iyi gelmez mi?

Kumsal diyorum, gözünün alabildiğine uzanan bir kumsal olsa şimdi üzerinde oturduğum. Seyretsem denizi, dalgaları… O zaman bu kadar öfkeyle dövmezdi dalgalar betondan duvarları, usulca vururlardı kıyıya, köpük köpük… İşte o zaman dokunabilirdik birbirimize. Su istediği kadar soğuk olabilirdi, umursamazdım. Rüzgar istediği kadar sert vurabilirdi yüzüme, gülümserdim. Ben de  öfkeliydim sonuçta. O pis, beton duvarları yıkmak için yardım bekliyordum belki de. Saatlerce oturup düşünmek isterdim orada. Hayır hayır bu saçma bankta, denizin daha da öfkelenip kendini duvarlara vurduğu bu yerde değil! Aklımdaki sahilde olmak istiyorum. Yanımda biri olmasa da olur, dalgalar beni alıp götürse de olur. Ama yine de en dibe sürüklenirken elimden tutmak için yetişebilir mi dersin?

Biraz deniz havası iyi gelmez miydi her şeye... 

db

16 Ocak 2015 Cuma

Elma mı Delilik mi?

Zavallı kadın koltukta oturmuş goblenini işlerken arada sırada camdan dışarı bakıyor, en sevdiği mevsimin gelişini etraftaki elma ağaçlarının meyve verişinden anlayarak gülümsüyordu. Çocukluğundan beri yemekten en çok hoşlandığı meyvenin elma olması nedeniyle bahçesinde ve çevredeki bahçelerde eskiden dikilmiş birçok elma vardı fakat o çocukluğundan gelen o ‘’ölüm’’ korkusu nedeniyle inatla ağaçlardan elma koparıp yemezdi. Son yediğinde elmalardaki ilaç ve toz yüzünden hastanelik olmuş ve o günden sonra tam bir temizlik delisi olmuştu. Herhangi bir şeye dokunurken ellerinden hiç çıkartmadığı steril eldivenleri, dışarıdan aldığı hiçbir şeyi garip temizlik işlemlerinden geçirmeden kullanmaması etrafındaki herkesi çileden çıkarmıştı yıllarca. Şimdiyse evinde oturmuş dikiş nakış yaparken gözüne çarpan buruşmaya başlamış elleri ve ayağının dibindeki kedisinin miyavlama sesleri ona tekrar yalnızlığını hatırlatmış, komşusunun küçük ama haylaz oğlunun ona söylediği sözler tekrar aklına gelmişti. Ona tam anlamıyla ‘’Delisin sen! ‘’ demişti. Buna neden olansa; onu elma yerken görüp, hiç elinden çıkarmadığı eldivenleriyle çocuğun elinden kaparak ‘’delice’’ temizleyip geri vermesiydi. Küçük çocuk korkuyla kaçarken ‘’delisin sen delisin!’’ diye bağırmıştı. Bu düşüncelerle iyiden iyiye üzülen kadın işlediği gobleni bırakmış elindeki iğneyi farklı büyüklükteki iğnelerini kaybetmemek için sapladığı koltuğunun sol yastığının üzerine saplayıp, ayağının altında dolaşmasına sinir olduğu kedisine bir tekme atarak yerinden kalkmıştı, eldivenlerini takmış ve bahçesinden bir elma koparmak için kapıya yönelmişti. Kapının yanındaki aynanın tekrar yalnızlığını hatırlatması onu bu sefer kızdırmıştı da. Bu kızgınlıkla eldivenlerini bir çırpıda çıkarıp atmış ve çıplak elleriyle bir elma koparıp koşarak içeri girmişti. Bu defa hiçbir temizlik işleminden geçirmeden bir ısırık almanın verdiği hazla bedenini camın önündeki en sevdiği koltuğa bırakmasıyla acı çığlıklar atmaya başlaması bir olmuştu. Koltuğun sol tarafında oturuyor olduğunu anlamak pek de güç olmamıştı onun için. Komşularının yardımıyla çağırılan ambulansla hastaneye giderken söylediği tek şey ‘’ eldivenlerimi asla çıkarmamalıydım, lanet olası çocuk!’’ olmuştu.

db

*Katıldığım bir film atölyesinin senaryo yazımı çalışmalarından ilki. Çalışmanın amacı "elma", "eldiven" ve "koltuk" ögelerini kullanarak anlamlı bir senaryo yaratmaktı. 
**Elma / Eldiven / Koltuk
Sürekli ölüm korkusu olan bir kadın /  Yemekten en çok hoşlandığı meyve elma / Yalnızlıktan goblen dikiş nakış yapar iğnelerini koltuktaki yastığa saplayarak bırakır.

6 Ocak 2015 Salı

The Imposter / Hayat Avcısı

2012 İngiltere yapımı bir Belgesel-Biyografi var bu kez karşımızda. 

Yönetmen Bart Layton ya da başrol oyuncusu Adam O’Brian mı bizi filme çeken, sanmıyorum. Aslında bu iki ismi de ilk defa duymuş olabiliriz. Filmde tanıdık tek bir yüz bile yok ama filmi izlediğinizde bunun ne kadar normal bir durum olduğunu hemen anlıyorsunuz. Filmde oyuncu yok ki! Karşımızda konuşan herkes aslında gerçekten bu olayı yaşayan insanlar. Bunu fark ettiğimizde ilgimiz daha artıyor, filmin içine daha çok giriyoruz. İnandırıcılık ya da gerçeklik kaygısı taşımıyorl çünkü bu insanlar. Hiç oyuncu yok dediğime de bakmayın, filmde gerçekten yapılan röportajlar ve eski kayıtların yanı sıra canlandırmalarda araya girmiş oyuncular da var. Hangisi gerçek, hangisi rol anlamak zor olsa da kesinlikle dikkat gerektiren bir film olmuş. 


Konusuna gelirsek 13 yaşındaki Nicholas Barclay, 1994 Nisan ayında San Antonio’daki evine giderken ortadan kaybolur. Ailesi tüm arama çalışmalarına rağmen oğluna ulaşamaz, polisten de bir iz çıkmaz. Oğullarının bir şekilde öldüğüne inanan aile 1997’de gelen bir haberle irkilir. İddiaya göre Nicholas Güney İspanya’da bulunmuştur. Bu güzel habere inanmak isteyen ailesi hemen harekete geçer; annesi sağlık nedenlerinden dolayı seyahat edemediği için İspanya'ya gidip Nicholas'ı geri getirmek kız kardeşi Carey'e düşer. Fakat Carey'nin ümidi çabuk sönecektir. Zira kardeşi olduğu iddia edilen genç adama Nicholas'a çok benzemekle birlikte hal ve tavırları çok gariptir. Kaybettikleri Nicholas değildir. Gerçeği ortaya çıkartacak kişi ise özel bir dedektif olacaktır... Fakat olayın derinlemesine araştırılması birilerinin hoşuna gitmeyecektir... 


Filmin konusuna bakıldığında ne kadar garip olabilir ki, bir insan kardeşini ya da oğlunu nasıl tanımaz sorusu ister istemez akla geliyor. Bu önyargıyla izlemeye başladığınız filmde işler giderek karışıyor. Aslında karışan sadece sizin aklınız! Röportajlarda anlam veremediğiniz noktalar, kayıtlarda “iyi de bu kadarı da olur mu?” diye sorguladığınız yerler ortaya çıkmaya başlıyor. Aklınızın inatla kabullenmediği yerlerde bile şimdi ne olacak hissiyle filmi daha bir heyecanla takip etmeye başlıyorsunuz. Acaba bir yerini mi kaçırdım dürtüsüyle belki benim gibi geri aldığınız birkaç yer bile olabilir. Bıkmayın, şaşırmayın ve izlemeye devam edin diyebilirim bu noktada yalnızca.


Filmin etkileyici bir diğer noktası çekimleri ve kişilerin ifadeleri. Müziğin sustuğu, insanların tek bir kelime etmediği hatta kameraya bile bakmadığı yerlerde ufacık bir dudak hareketi bile her şeyi özetlemeye yetmiş bir çok yerde. Etkileniyorsunuz! Hikayenin başından sonuna duygularınız ve düşünceleriniz sürekli değişiyor. Şaşkınlık, öfke, merhamet, acıma, nefret, sevgi… Tüm duygular içinizde düğüm oluyor, aklınız karmakarışık bitiriyorsunuz filmi…


Filmde Adam O’Brian’ın canlandırdığı ancak bazen kendisinin de filmde kendisini canlandırdığı Frederic Bourdin’in son cümlesi sizi yeniden altüst etmeye yetiyor. Başından sonuna sizi sürekli çelişkiye düşüren kişi siz her şeyi aklınızda toparlamışken yine yapıyor yapacağını ve kocaman bir şaşkınlık kalıyor elinizde!



2012 yılında ilk uzun metrajlı filmiyle kendini gösteren Bart Layton, Total Film ve The Guardian’da film eleştirmeni olan Peter Bradshaw’dan beş yıldız almakla kalmamış katıldığı festivallerden de elleri dolu ayrılmayı başarmış. Kazandığı ödüller arasında 2012 En İyi Belgesel dalında Austin Film Eleştirmenleri Ödülü, 2012 En İyi Uluslar arası Belgesel Film dalında Zürih Film Festivali, 2013 Bir İngiliz yazar, yönetmen veya yapımcının olağanüstü ilk eseri dalında BAFTA Film Ödülü de bulunan toplam 14 adaylıktan 10 ödül kazanmış.


İzlerken zevk aldığım filmlerden biri oldu “Hayat Avcısı”. Bir insanın neler yapabileceğini, nasıl bir psikoloji içinde bulunabileceğini her açıdan yansıtmayı iyi başarmış diye düşünüyorum. İzleyen herkeste başka bir etki, başka bir tat bırakacağından eminim.

db 

5 Ocak 2015 Pazartesi

Boşver, korkaksın işte...

Bazı sözcükler vardır ki yazılışlarıyla okunuşları birbirinden pek farklıdır. Özledim diyemezsin de orada hava nasıl dersin mesela… Ne zaman dönüyorsun diye soramazsın çünkü… “Sana değer veriyorum” cümlesini pat diye söylemek yerine dolandırır durursun lafları, çorba edersin. Hasta olma, sıkı giyin, uykusuz kalma… Bırak karşındakinin anlamaya çalışmasını sen bile anlayamazsın ki artık ne demek istediğini. Beynin kalbinle çelişir durur. Söylemek istersin bir bir dökülsünler içinden istersin ama öyle bir durumdasındır ki susmaktan başka çıkar yol bulamazsın o an kendine. İyi mi yapmışsındır, kötü mü kim bilebilir ki? Denemeden neyi bilebilirsin ki?

Hayatın hızla değiştiğini görür, neler yaşadığına şöyle durup bakarsın bazen hani, sanki hiç biri sana ait değillermiş ama yine de senden çok şey alıp götürmüşler gibi… Hayatına girip çıkan insanlara bakarsın, ne kadar çok hayal kurduğuna, ne kadar çok hayallerinin yıkıldığına. Sonra fark edersin ki bunca kırgınlığın üzerine yine biri çıkmış, dokunmuş sana. Kaçamamışsın, kaçmamışsın. Ama öylece kalmışsın karanlığın ortasında, far görmüş tavşan misali işte…

Ne yapacağını bilemez, ne söyleyeceğini bilemez, karşıdaki ne düşünür bilemez… Düşünür, kurar, bıkar…

Halbuki az bir cesaret yetmez mi tüm içindekileri söylemeye bir bir herkese? Artık sevmiyorum, istemiyorum seni hayatımda demeye eskiden en kıymetline. Ve yahut bana iyi geliyorsun, özledim hadi gel demeye bambaşka birine?

Sanırım yetmez, değil mi? Bunca kırılmışlığa, bunca aldatılmışlığa yetmez ufak bir cesaret… Sen de kırmadın mı sanki karşındakini hiç? Üzmedin mi, bırakıp gitmedin mi? Şimdi hangi cesaret kurtarır seni bu belirsiz durumdan?

Boşver, kal böyle…

db