2012 İngiltere yapımı bir Belgesel-Biyografi var bu kez karşımızda.
Yönetmen Bart Layton ya da başrol oyuncusu Adam O’Brian mı bizi filme çeken, sanmıyorum. Aslında bu iki ismi de ilk defa duymuş olabiliriz. Filmde tanıdık tek bir yüz bile yok ama filmi izlediğinizde bunun ne kadar normal bir durum olduğunu hemen anlıyorsunuz. Filmde oyuncu yok ki! Karşımızda konuşan herkes aslında gerçekten bu olayı yaşayan insanlar. Bunu fark ettiğimizde ilgimiz daha artıyor, filmin içine daha çok giriyoruz. İnandırıcılık ya da gerçeklik kaygısı taşımıyorl çünkü bu insanlar. Hiç oyuncu yok dediğime de bakmayın, filmde gerçekten yapılan röportajlar ve eski kayıtların yanı sıra canlandırmalarda araya girmiş oyuncular da var. Hangisi gerçek, hangisi rol anlamak zor olsa da kesinlikle dikkat gerektiren bir film olmuş.
Konusuna gelirsek 13 yaşındaki Nicholas Barclay, 1994 Nisan ayında San Antonio’daki evine giderken ortadan kaybolur. Ailesi tüm arama çalışmalarına rağmen oğluna ulaşamaz, polisten de bir iz çıkmaz. Oğullarının bir şekilde öldüğüne inanan aile 1997’de gelen bir haberle irkilir. İddiaya göre Nicholas Güney İspanya’da bulunmuştur. Bu güzel habere inanmak isteyen ailesi hemen harekete geçer; annesi sağlık nedenlerinden dolayı seyahat edemediği için İspanya'ya gidip Nicholas'ı geri getirmek kız kardeşi Carey'e düşer. Fakat Carey'nin ümidi çabuk sönecektir. Zira kardeşi olduğu iddia edilen genç adama Nicholas'a çok benzemekle birlikte hal ve tavırları çok gariptir. Kaybettikleri Nicholas değildir. Gerçeği ortaya çıkartacak kişi ise özel bir dedektif olacaktır... Fakat olayın derinlemesine araştırılması birilerinin hoşuna gitmeyecektir...
Filmin konusuna bakıldığında ne kadar garip olabilir ki, bir insan kardeşini ya da oğlunu nasıl tanımaz sorusu ister istemez akla geliyor. Bu önyargıyla izlemeye başladığınız filmde işler giderek karışıyor. Aslında karışan sadece sizin aklınız! Röportajlarda anlam veremediğiniz noktalar, kayıtlarda “iyi de bu kadarı da olur mu?” diye sorguladığınız yerler ortaya çıkmaya başlıyor. Aklınızın inatla kabullenmediği yerlerde bile şimdi ne olacak hissiyle filmi daha bir heyecanla takip etmeye başlıyorsunuz. Acaba bir yerini mi kaçırdım dürtüsüyle belki benim gibi geri aldığınız birkaç yer bile olabilir. Bıkmayın, şaşırmayın ve izlemeye devam edin diyebilirim bu noktada yalnızca.
Filmin etkileyici bir diğer noktası çekimleri ve kişilerin ifadeleri. Müziğin sustuğu, insanların tek bir kelime etmediği hatta kameraya bile bakmadığı yerlerde ufacık bir dudak hareketi bile her şeyi özetlemeye yetmiş bir çok yerde. Etkileniyorsunuz! Hikayenin başından sonuna duygularınız ve düşünceleriniz sürekli değişiyor. Şaşkınlık, öfke, merhamet, acıma, nefret, sevgi… Tüm duygular içinizde düğüm oluyor, aklınız karmakarışık bitiriyorsunuz filmi…
Filmde Adam O’Brian’ın canlandırdığı ancak bazen kendisinin de filmde kendisini canlandırdığı Frederic Bourdin’in son cümlesi sizi yeniden altüst etmeye yetiyor. Başından sonuna sizi sürekli çelişkiye düşüren kişi siz her şeyi aklınızda toparlamışken yine yapıyor yapacağını ve kocaman bir şaşkınlık kalıyor elinizde!
2012 yılında ilk uzun metrajlı filmiyle kendini gösteren Bart Layton, Total Film ve The Guardian’da film eleştirmeni olan Peter Bradshaw’dan beş yıldız almakla kalmamış katıldığı festivallerden de elleri dolu ayrılmayı başarmış. Kazandığı ödüller arasında 2012 En İyi Belgesel dalında Austin Film Eleştirmenleri Ödülü, 2012 En İyi Uluslar arası Belgesel Film dalında Zürih Film Festivali, 2013 Bir İngiliz yazar, yönetmen veya yapımcının olağanüstü ilk eseri dalında BAFTA Film Ödülü de bulunan toplam 14 adaylıktan 10 ödül kazanmış.
İzlerken zevk aldığım filmlerden biri oldu “Hayat Avcısı”. Bir insanın neler yapabileceğini, nasıl bir psikoloji içinde bulunabileceğini her açıdan yansıtmayı iyi başarmış diye düşünüyorum. İzleyen herkeste başka bir etki, başka bir tat bırakacağından eminim.
db
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder