4 Aralık 2015 Cuma

Bir "Son" Yazılamayacak Hikayenin Başı

Bazı şeylerin açıklaması yapılamaz, hiçbir kelime anlatamaz. Bunların pek çoğu duygularda gizlidir. Mesela kimse mutluluğu tam olarak tanımlayamaz. Huzuru, sevgiyi, aşık olmayı ve aynı zamanda bunların tam tersi mutsuzluk ya da umutsuzluk gibi pek çok duyguyu anlatamaz. Herkese göre farklılık gösterdiğinden midir bilinmez ama geçmişten günümüze kalpten kalbe değişiklik gösterdiği kesin.

Kalp demişken, değişiktir kendileri. Kimi zaman çok kırılgan olabilirken kimi zamansa en ağır topların bile yıkamadığı bir duvar kadar güçlü olabilir. Beklenmedik zamanlarda beklenmedik tepkiler vermesiyle de bilinir çoğu kişi tarafından. Tuhaftır. En mutsuz anında bile bir umut yeşertebildiği gibi tüm bağları bir kerede koparıp atabilecek kadar zalim de olabilir. Ne var ki hiç beklenmedik anda kanatlanıp uçabilen bu değişik organ hayatın tümünü etkileyebilme gücüne sahiptir. Aklı ekarte eder, ruhu özgürleştirir ya da hapseder. Kısacası ne yapacağı bilinmez, saygı gösterilmesi gerekir. Anlamak için çok çaba göstermemek, onunla ahenkle dans etmek gerekir. Tabii arkada çırpınan aklın sözlerini de yabana atmamak gerektiğini hatırlatmak gerekiyor tam da burada :)

Yine de bazı zamanlar vardır ki aklınla kalbin bir olur şarkı söylerken ruhunda. Tüm bedenini ele geçirir, gülümsetir, ağlatır. Sorgusuz sualsiz bırakırsın kendini ve dans etmeye başlarsın. Korksan da için ürperse de bazen durup düşünsen de güvenirsin bu defa onlara. Aferin, devam et! Çünkü paramparça olmuş zavallı kalbin sana yepyeni bir çiçek veriyor şu an, kıymetini bil. Sarıp sarmalayan, nereden geldiğini anlayamadığın o serin ama güzel rüzgarın kollarına bırak kendini. Alıp götürmesine izin ver. Bırak, aklındaki tüm düşünceleri, kalbindeki tüm korkuları bırak ve onunla devam et. Karşına çıkan yepyeni rotada izin ver yolunu göstersin, seninle yürüsün. Çünkü kalp yalnız yürüyemez aslında. Tökezler, canı acır, eksik kalır. Bedenin iki tarafını da dolduracak gücü yoktur. Halbuki rüzgar tenine her dokunduğunda eksik kalan parçaları getirir bırakır sana. Bağlanırsın, daha güçlü hissedersin, canlanırsın böylece.

Öyle güzel etkisi altına alır ki seni sözcükler, hiçbir madde bu kadar mutlu edemez, bu denli sarhoş edemez seni, o zaman anlarsın. Hep en içinde kalmış hazinelerinin olduğunu o zaman farkedersin. Her biri açığa çıktıkça sen bile şaşırırsın olanlara. Sen misin bu gözleri ışık saçan, sen misin tamamen tükenmişken bu kadar sevgi dolu ayağa kalkıp sarılan? İşte dedim ya, kalp tuhaftır diye. Tam olarak anlatmaya çalıştığım da buydu. Sen kendini karakışta donmak üzere hissederken bir anda ruhuna baharı getirip dallarında çiçek açtırabilecek kadar güçlü ve etkili bir şey bu sevimli yol arkadaşımız.
Onu sev, hiç bırakma. Kızabilirsin bazen, uzakta kaldığını düşünebilirsin, kırabilir, kırılabilirsin… Ama unutma, ne olursa olsun o sensin, senin bir parçan. Nefes alma nedenin, gülümseme nedenin. Yakaladığın, sarıp sarmalayan, iyileştiren rüzgarın hep onunla olduğunu bil. Her nefesinde biraz daha iyi geleceğini unutma. Her derin nefesinde daha çok çiçeklerinin olacağını unutma. Nefes alman durmadıkça, kalbinin atışlarının durmayacağını sen de biliyorsun. Kalbine iyi davran, gelen rüzgara kucak aç, en derinine sakla onu! Bırakma…

Açıklamaya çalışma olanları, anlayamadığın duygular içinde kaybol. Gözlerini kapat ve sadece dans et! Bırak rüyaların yepyeni hayallerle masallardan daha güzel bir dünya yaratsın sana. İnan, her birinin gerçek olacağına inan. İzin ver her geçen dakikan bir diğerinden daha güzel olsun. Yıldızlarını daha parlak yapan gecenin karanlığını sev, güneşi daha parlak yapan sabaha bir gülücükle karşılık ver. Her şeyin daha iyi olacağından şüphen olmasın. Belki de ilk defa korkmadan bak, güven, sev! Sürpriz yumurtalar her zaman sevilmeyi hakeder, hakettiğinden fazlasını verebilirsin. Kalbine güven, gözlerini kapat, derin bir nefes al. Masalları gölgede bırakacak bir hikayenin başındasın! Unutulmaya yüz tutmuş kalemin ve kağıtların heyecanla seni bekliyor!


Sen yalnızca dans et sözcüklerin arasında, kendini serbest bırak. Bırak kelimelerin kitlensin, aklın karışsın, kalbin kanatlansın! Bir “son” yazamayacağın muhteşem bir kitabın başındasın, tadını çıkar! Ve teşekkür et, yıldızlarını pırıl pırıl yapana, gününü aydınlatana, rüyalarını güzelleştirene, her bir saniyenin önemini arttırana, kalbinde çiçek açtırana, ruhunu sarmalayana! :)

14 Kasım 2015 Cumartesi

Bir an; "o an"

Bir kişiyi sevmek için ne kadar zaman geçmesi gerekir? Güvenmek için ya da özlemek için? Yanındayken bile biraz daha sarılamadığın için özleyebilir misin birini? Hiç beklemediğin bir anda sarıp sarmalayabilir mi sevginin kolları? Yalnızca bir "an" yeter mi bütün duyguların karışmasına, dünyanın dönüşünün değişmesine?

Bu sıra çok düşünsem de cevapları bulamıyorum. Gözlerinin içine baktığım anda, sarıldığımda kokusunu içime çektiğim anda yitip gidiyor her şey. Ve ben bunu sorgulamayarak yoluma devam ediyorum. Sanki yüzyıllardır tanıdığım, bildiğim birisiymişçesine yanında rahat olduğum, gözlerinde huzur bulduğum bu adamın nereden geldiğini merak etmiyorum artık. Yanımda olduğu her anı keyifle yaşamak, zamanın uçup gitmesi yetiyor sanırım bana. Belki de bu yüzden ilk tanıştığımızdan bu yana yıldızlar daha parlak  :)

İnsan hep arar ya, kalbinin en içinde yarattığı hep yanında olsun istediği biri vardır. Farkında olmasa bile hep onu arar. Bu kez, işte o diyorum, içimde en başından beri yaratılmış kişi o! Bütün ruhumdaki sevginin bittiğini düşünürken sanki ruhum hiç kırılmamışçasına neşeli, heyecanlı ve sevgi dolu! Renkler artarken, gülümsemem çoğalırken her bakışında, her kelimesinde heyecanım da bir o kadar artıyor. Sarılıp hiç bırakmayasım geliyor. Neden bu kadar yanımda, neden bu kadar içimde hiçbir fikrim yok aslında. Bir anda defterler kalemler neden ortaya çıktı, neden ben yazıyorum çiziyorum bilmiyorum. Sanki uyuyan bir canavarı olabilecek en güzel şekilde uyandırdı.


Ve ben gerçekten hiç tanımadığım birine “bana iyi geliyorsun, özledim hadi gel” diyebileceğimi fark ettim. Sanki o kadar zaman önce kalkıp ona yazdığım cümleler var.  Belki de bu nedenle küçük bir şıpsevdi kağıdı bir sinema biletinin arasında benim çantama kaçmak istemiş olabilir. Ve anladım ki küçük sürprizler oldukça büyük mutluluklara yol açabilir. Denemeden bilemezsin, kelimeler aklında uçuşurken tek bir mantıklı cümle kuramasan da elin ayağın birbirine karışmışken tek yapabildiğin karşındakinin gözlerine bakabilmek olsa da denemeden bilemezsin! :)

db

11 Kasım 2015 Çarşamba

A New Hope

Bir kapıyı kapatırken bambaşka bir kapı açılabilir mi gerçekten? Bu kadar kırgınken, bu kadar yorgunken bir gülüşte huzur bulup dinlenebilir mi ruh? İçten gelen bir hisle karşındakine gözü kapalı güvenebilir mi bu deli kız?

Sorular soruldukça cevaptan çok soru getiriyor belki de… Her zaman aklında kurduğu, içinden istediği şeyler karşısına çıkınca neden bu kadar kitlenir ki bir insan anlamam. Keyifle kurduğu cümleler, içten güldüğü anlar, anı yaşadığı mekanı, zamanı unuttuğu sohbetlerden daha güzeli var mı ki? Birlikte bir tepeden nefes alırken, kafayı kaldırıp yıldızları sayarken duvarları biraz indirmek gerekiyor sanırım bazen. Saçmalamak, cümlelerin sırasını kaybetmek, anlamları yitirmek. Bunların güzelliğini yaşamayalı ne kadar uzun zaman olsa da yeniden en içinde hissetmek…


Surata yerleşen o koskocaman şapşal gülümsemeyi bir an olsun silememek, yanakların kızarıklığının geçmemesine ne demeli peki? Bir kez, sadece biraz karşında duran o gözlerin seni görmesine izin vermek, sanırım hiçbir şey kaybettirmez bu defa! :) 

db

30 Ekim 2015 Cuma

Vakti Geçmişlerden

Bazen hayatının merkezinde olur bazı şeyler. Adını koymazsın, koyamazsın. Ne olduğunu bilmek istemezsin. Senindir, değerlindir, dokunulmazındır. Canını acıtsa da üzse de en mutlu edenindir. Hayaller kurarsın onunla, büyürsün onunla… Yanında olmasa bile paylaşırsın her anını, her nefesini. Hatta bazen bilsen de nefesi bir başkasının nefesinde, umursamazsın. Tenin tenindedir, en uzakta bile dokunur sana, hissedersin…

Sonra bir an gelir, elleri kaybolur, gözleri silikleşir, kokusu uçmaya başlar üzerinden. Mücadele edersin, hepsini geri kazanırsın. Mutlu olursun amaçsızca! Öyle çok çaba sarf edersin ki, kendini kaybedersin de, onu kaybetmezsin. Hayatının merkezindedir çünkü, kalbinin atışıdır.

Sonra yine bir gün gelir, her şey bitti dersin. Ama yine de gülümsersin, aklındadır her şey, kalbindedir. Her küçük şey keyiflendirir, mutlu eder. Hayatının merkezi değişmeye başlar, kolay olmasa da çabalarsın. Yeni bir denizde yepyeni bir limana doğru ilerlemek için çabalarsın. Rüzgarlar seni geri atsa da alabora etse de her an oraya dönüp sığınmak istesen de çabalarsın.

Derken bir şey olur. Hiç beklemediğin şeyler hatta… Canın acır mı, bilemezsin. Kafan karışır mı, anlamazsın. Bir anda boşluğa düşersin. Ne gözleri kalır aklında, ne kokusu burnunda. Yanından geçse kapılıp gideceğin o kokuyu sanki hiç duymamış gibi olursun. Gülüşündeki tını kaybolur kalbinin derinliklerinde. Onunla yapmak istediğin ne varsa, onun başkalarıyla yaptığını fark edersin o an gerçekten. Düşünürsün, düşünürsün, düşünürsün… Saatler geçer, günler geçer, zaman öylece akıp gider ve sen düşünmeye devam edersin. Mantık aramaya çalışırsın, bulamazsın. Sonra ondan da vazgeçersin…

Her şey boş gelir o an. Hayatının öyle büyük bir parçası kaybolur gider ki bir anda, yapayalnız kalırsın olduğun yerde. Öyle çok anı vardır ki biriktirdiğin, olmadığı ama hep var olduğu, hepsi silinir gider. Dile kolay, zaman çabuk geçiyor sonuçta…

Hayatında hiçbir evreyi kapatmamanın verdiği ne yapacağını bilmemezlik sarar etrafını. Afallarsın, bocalarsın. O ana kadar istediğin ne varsa, hepsi yok oluverir. Ne sevgi, ne öfke, ne de herhangi başka bir duygu…

Bir an, yalnızca bir an için ürperir. Sanki ruhunun bir parçası uçar gider içinden. Derin bir nefes alıp bırakırsın. Gözlerini kapar, tekrar nefes alıp açarsın. Yepyeni sayfalara açarsın gözünü…
Ve fark edersin, hiç bu kadar garip hissetmemişsindir daha önce. Çok şey yaşanmıştır ama bu farklı dersin, başka… Ne bir teşekkürün, ne bir özrün, ne bir gülümsemen kalmıştır artık. Hayatının merkezi bir anda yok olur. Hava durumu fark etmez, kalbin cereyanda kalmıştır, üşür, ısıtamazsın.

Vay be dersin, vay be…

Aynaya baktığında ifadesiz gözler görürsün karşında. İşte o an, gerçekten her şeyin bittiğini anlayarak bir orta türk kahvesi yapmaya gidersin kendine! Yanına da bir çikolata. Gün, perhizi bozma günüdür ne de olsa!

Keşkem yok, iyikim yok, hiçbir şeyim yok merkezime dair.

Bir şeyler kalsa mıydı? Belki.

Ama ne de olsa “eski olan eskide kalmalı”…

Küçük Prens’ten bir satır sanırım durumu özetlemeye yetiyor;

Senin gülünün diğerlerinden daha önemli olmasını sağlayan şey, ona ayırdığın vakittir.

Solmayacak denilen güle su vermezsen, solmaya mahkumdur. Ve bir gün tamamen yok olmaya…

Sanırım o vakit de geçeli çok oldu.


db

12 Ağustos 2015 Çarşamba

Yuvaya Dönüş

Başucumdan günün fotoğrafı seçmelerim vardı. Her sabah uyandığımda özene bezene seçtiğim, sanki kırılacaklarmış gibi dikkatle taşıyarak kilometrelerce yoldan getirdiğim posterlerime bakarak ayılıyordum. Taksim de polisler çantalarımı ararken afişlere dokunana nasıl bir cesaretle bağırdığımı hatırladıkça gülüyorum hala. Kitaplarım mesela, her biri gözümün önünde, kimi masamın üzerinde kimi baş ucumda, kimiyse hemen kenardaki kolilerde duruyordu ama yine de hangisi nerede bilirdim.
 

Ne zaman daralsam, camdan baktığımda o muhteşem körfezi görüyordum. Bir nefeslik boşluk... Kafama estiğinde çıkıp yürüdüğüm zamanlarım, telefonu kapatıp fotoğraf çekmeye daldığım saatlerim vardı. Hiçbir şeyi umursamadan kendi kendime kahkaha attığım sahil gezmelerim bir de. Canım istediğinde yemek yediğim, her daim kahvemin yanında hoş sohbet bulduğum yerdi İzmir. Ne kadar uzun bilinmez ama orada yaşadığım 5 sene, o dağın tepesi, küçücük oda ve birlikte yaşadığım arkadaşlarım bambaşkaydı…

Şimdilerde, büyüdüğüm evimde, bana yabancılaşmış eşyalarla baş başayım. Afişlerimin yerini alan, çocukluğumdan kalma palyaço resimleri garip geliyor sanki. Yurtta küçücük dolaplara sığan eşyalarım buradaki bin tane dolaba sığmıyor nedense. Kitaplarım kapalı, sürekli bir düzen hakimiyeti… Burası değil diyorum bazen kendime, burası değil olmam gereken yer.


Yıllarca uçup durmuş bir kuşun tekrar kafesine dönmesi gibi bir his aslında hissettiğim. Özlem, sevgi ve minnettarlık duygularının yanında sürekli kaçıp gitme arzusu duyan bir kuş. Yeni yerler görme, yeni insanlar tanıma ve gerçekten bir işe yarama isteği benimki! Gün geçtikçe daha da artan, akıldaki tilkileri her seferinde daha da arttıran…


16 Nisan 2015 Perşembe

Kadındı...

Kadındı. Seçme şansı yoktu, öyle doğmuştu artık ataerkil bir dünyanın içine. Seçenekleri azdı, özgürlüğü kimi zaman yok denecek kadar azdı. Hatta yoktu! Din dediler, namus dediler, gelenek görenek dediler… Sus dediler. Ne olursa olsun ses çıkarma. Çocuk yaşta ahlak yoksunu yaşlı adamların koynuna attılar, ilk gecesinde öldü diye yine de o küçücük bedeni suçladılar dayanamadığı için bu işkenceye! Okutmadılar, o güzel saçlarının rüzgara, güneşe değmesine bile izin vermediler. Kara kara örtülerle kapladılar o güzel yüzlerini, sanki vicdanı olmayan, ahlak nedir bilmeyen o hayvanlardan korunabileceklermiş gibi! En çok da hocalar istismar etmedi mi onları? “Şeytana uydum kızım, kusura bakma. Benim de sen yaşlarda bir kızım var, bu akşam eve gel de karnını doyurayım” diyerek günahlarından arınmaya çalışan “insan(!)”ı ne zaman unuttuk, unutabildik? Her haltı yedikten sonra cumaya gidip namaz kılınca akıp gitti günahları çünkü erkeklerin üzerlerinden. Haftanın 6 günü istediğini yap, 1 günü arın… Bir özür dileyerek, hormonlarına, zaaflarına, (genelde) içine düştüğün alkol şişesine sığınarak kaçmak çok kolaydı çünkü değil mi? Karşındakinin hiçbir değeri yoktu değil mi çünkü yalnızca kadın olduğu için. Onun bedeni üzerinde hak sahibisin nasılsa değil mi? Karısını öldüren katile bile hakim “aldığında kız mıydı değil miydi” diye soruluyorsa, namus bacak arasında aranıyorsa ve hatta kendini katı bir aktivist, kadın hakları savunucusu olarak gören bir kadın bile başka bir kadının uğradığı tacizi duyduğunda olaydaki etik unsurları sorguluyorsa, söylenecek ne kalmıştır ki elimizde? Savunan ne savunduğunu bilmiyorsa bu dünyada biz boğazlarımız parçalanırcasına bağırsak ne olur ki? Minibüste yalnız kaldığımız için ölelim, yolda yürürken laf atılsın, polis çağırdığında ilk olarak sendeki “tahrik(!)” unsurlarına bakılsın, izlediği dizilerden etkilenenler “yenge”lerine tacizde bulunsun… Evet, ataerkil düzeniniz bu işte sizin. Dünya üzerindeki dinin öğretileri bu işte. Cinsellik, aman ne büyük tabu ama! Sonra gelsin tecavüzler gitsin cinayetler. Sonuç? Adalet? Mağdur olan kadın olmasına rağmen yerin dibine geçen, hayatı kararan yine kadın olacak değil mi? Hakkı yok, susturulmuş, ezilmiş… Kadınmış erkekmiş kime ne! İnsanız hepimiz önce bunu anlayın! İnsan olmanın şartlarını yerine getirin! Gazetede, twitterda manşet haberlerini gördükten sonra klavye başında dünyayı kurtarmak yerine biraz daha duyarlı olun da biz böyle haberler görmeyelim artık! Doğarken kimseye seçme hakkı verilmiyor, çünkü o sadece saf bir insan olarak doğuyor. Kirletenler siz ve sizin değerlerinizden başkası değil. Bunu anlayın artık…

db

26 Ocak 2015 Pazartesi

THE HOST /GÖÇEBE

Yönetmen: Andrew Niccol
Uyarlama: Stephenie Mayer
Görüntü Yönetmeni: Roberto Schaefer
Konu: Dünya görünmeyen bir düşman tarafından istila edilmiştir. İnsanların bedenlerine girerek onları ele geçiren yeni bir yaşam formuna karşı direnme gücü az olan insan ırkının neredeyse hepsi teslim olmuştur. Direnişte olan ve kaçak hayatı süren bir grup insandan biri olan Melanie yakalandığında ölümü tercih etmiştir ancak kurtulmuştur. Bedenini alan ruh “Göçebe” adını alır. Her ruh gibi, Göçebe de bedenin içinde kalan hatıralar ve yoğun duygularla başa çıkmak zorundadır. Fakat Melanie bedenini terketmez! Göçebe, Melanie’nin düşüncelerinin derinlerine inerek geri kalan insanların nerede olduğunu öğrenmeye çalışır. Ancak tek görebildiği sevdiği ve hala saklanmakta olan adamın, Jared’ın hayalidir. Bedenin arzularına direnemeyen ruh, tehlikeli olmasına karşın bulunduğu yerden kaçar . Dış güçler, Göçebe ve Melanie’yi aslında istemeseler de, ortak bir hedefte birleştirir ve birlikte sevdikleri adamı bulmak için tehlikeli ve sonu belli olmayan bir macera için yola koyulurlar..

Diane Kruger / The seeker
Saoirse Ronan / Melanie  Strayder– Wanda
Chandler Canterbury / Jamie Stryder
Max Irons / Jared Howe
William Hurt / Uncle Jeb
Jakel Abel / Ian O’Shea

 Alacakaranlık serisinden tanıdığımız Stephenie Mayer’den bir bilimkurgu daha karşımızda. Müzikleriyle ve kurgusuyla bizi hemen etkisi altına almayı başarıyor “Göçebe”. Son dönemlerde de çokça karşılaştığımız bilinmeyen bir yaşam formu tarafından istila edilme, ele geçirilme hikayeleri zaten hepimizde yeterince merak uyandırıyor. Filmin temasına uygun olarak yapılan açılış sahnesinden bir anda olayların korkunçluğunu anlatan bir sahne karşılıyor bizleri. Beklenmedik şekilde gelişen açılış, bizim ilgimizi çekmeyi başarır gibi. Merakımızın artması filmin içine girmemize olanak tanıyor. Filmin daha başlangıcında, direnişte olan Melanie’nin ölümden dönmesi
ve bedeninin ele geçirilmesinin şokundayken dışarıdan gelen bir sesle biraz daha şaşkınlaşıyoruz. Aklımız bir parça karışıyor tamda bu esnada. Bedenin yeni sahibi olan ve Göçebe adını alan ruhun başa çıkması gereken birçok zorluk vardır. Eski anılar ve yoğun yaşanan duyguların yanı sıra, bedenini terk etmemekte inat eden Melanie, Göçebe için her şeyi daha da zor bir hale sokmaktadır. Göçebe, Melanie’nin düşüncelerinin derinliklerine indikçe arzularına karşı gelemez hale gelir. Sevdiği adamı ve kardeşini yeniden görmek isteyen Melanie her şeye karşı hala direnmekte inat etmektedir. Göçebe tüm bunlara dayanamaz ve sığındıkları yere gidip onları bulmak için yola çıkar. Bir yandan avcılardan kaçarken, bir yandan da insanların onu kabul etmeyeceğinin farkına varır. Ancak bu gerçek Melanie’yi yolundan döndürmez ve saklanılan yer olan Amcası Jeb’in sığnağına gider. Göçebe burada beklediği tepkilerle karşılaşsa da zamanla her şey değişir.





Daha önceleri “Savaş Tanrısı” ve “Zamana Karşı” gibi filmlerden de tanıdığımız Andrew Niccol yönetmen koltuğunda. Her zaman olduğu gibi tam bir gerçeklik duygusu yaratmak için ciddi bir uğraş görüyoruz. Filmin kurgusunun yanı sıra döneme uygun olarak dizayn edilen araçlar, evler ve diğer dış ortamlar filmle aramızda daha sıkı bağlar oluşturuyor. Tüm bunların sadece bir film olduğunu bilmemize rağmen, 125 dakika boyunca gerçekliğin içinde kayboluyoruz. “Quantum of Solance” ve “Uçurtma Avcısı” gibi filmlerden tanıdığımız Roberto Schaefer’in üstlendiği görüntü yönetmenliği sayesinde izlenmeye değer, bizi alıp götüren sahneler karşımıza çokça çıkıyor. Açık alanların yanı sıra iç mekanlardaki çekim açıları da takdire değiyor.

Kesinlikle sıkmayan bir kurgu ve hiçbir şekilde abartıya yer verilmeyen olaylarla, keyifli bir sinema deneyimi yaşatıyor bize “Göçebe”. Bilim kurgunun yanı sıra izleyiciyi aşk, yurt ve güven hakkında düşündürüyor. Eminim ki birçok kişi salondan yüzlerinde hafif ve tatlı bir gülümsemeyle çıkacaktır.

                                                                             

                                                                                                            db

22 Ocak 2015 Perşembe

Mesafeler... Neredeler?

Uzaklıklar mı beni bu kadar kıran, yoksa gitgide yakınlaştığını zannederken uzaklaşmak mı? Ellerimden kayıp giderken kalbim ona doğru, yanlış olduğunu bile bile, canının acıyacağını bile bile dur diyemedim olup bitene...

Hayaller...

Hayallermiş! Olmayacaklarını bilmene rağmen kurulan hayallerin tek etkisi olur, acı. Başka bir şey değil. Zor gelir çünkü! Öfkelenirsin boşu boşuna, üzersin kendini. İstersin çok istersin de ufacık bir umut bırakırsın hep kapanan kapının kenarına, kapatmazsın inatla.

Kapı kapanınca da acımaz kırar o umudunu…
Yapacağın hiçbir şey yoktur işte o an.

Karşındakine mi kızacaksın? Onun suçu ne?

Kendine mi? İstemek mi suçtu, umut etmek mi, isyan etmek mi? Her isyanında bir kez daha acımadı mı canın? Sus otur demesiydi belki de hayatın bu sana.

Bekle, bekle daha iyisi olacaktır.
Ama olmadı dimi?

Özledin, ağladın, hırçınlaştın, daha çok daha çok istedin. Kopma anında oldu her şey. Düzgünce gitmesine izin verilmedi hiçbir şeyin. Alıştıkça mesafeler büyüdü, daha çok istedikçe zaman sınırları zorladı.

Sonuç?
Merakla bekliyorum. 

19 Ocak 2015 Pazartesi

Biraz deniz havası iyi gelmez mi?

Kumsal diyorum, gözünün alabildiğine uzanan bir kumsal olsa şimdi üzerinde oturduğum. Seyretsem denizi, dalgaları… O zaman bu kadar öfkeyle dövmezdi dalgalar betondan duvarları, usulca vururlardı kıyıya, köpük köpük… İşte o zaman dokunabilirdik birbirimize. Su istediği kadar soğuk olabilirdi, umursamazdım. Rüzgar istediği kadar sert vurabilirdi yüzüme, gülümserdim. Ben de  öfkeliydim sonuçta. O pis, beton duvarları yıkmak için yardım bekliyordum belki de. Saatlerce oturup düşünmek isterdim orada. Hayır hayır bu saçma bankta, denizin daha da öfkelenip kendini duvarlara vurduğu bu yerde değil! Aklımdaki sahilde olmak istiyorum. Yanımda biri olmasa da olur, dalgalar beni alıp götürse de olur. Ama yine de en dibe sürüklenirken elimden tutmak için yetişebilir mi dersin?

Biraz deniz havası iyi gelmez miydi her şeye... 

db

16 Ocak 2015 Cuma

Elma mı Delilik mi?

Zavallı kadın koltukta oturmuş goblenini işlerken arada sırada camdan dışarı bakıyor, en sevdiği mevsimin gelişini etraftaki elma ağaçlarının meyve verişinden anlayarak gülümsüyordu. Çocukluğundan beri yemekten en çok hoşlandığı meyvenin elma olması nedeniyle bahçesinde ve çevredeki bahçelerde eskiden dikilmiş birçok elma vardı fakat o çocukluğundan gelen o ‘’ölüm’’ korkusu nedeniyle inatla ağaçlardan elma koparıp yemezdi. Son yediğinde elmalardaki ilaç ve toz yüzünden hastanelik olmuş ve o günden sonra tam bir temizlik delisi olmuştu. Herhangi bir şeye dokunurken ellerinden hiç çıkartmadığı steril eldivenleri, dışarıdan aldığı hiçbir şeyi garip temizlik işlemlerinden geçirmeden kullanmaması etrafındaki herkesi çileden çıkarmıştı yıllarca. Şimdiyse evinde oturmuş dikiş nakış yaparken gözüne çarpan buruşmaya başlamış elleri ve ayağının dibindeki kedisinin miyavlama sesleri ona tekrar yalnızlığını hatırlatmış, komşusunun küçük ama haylaz oğlunun ona söylediği sözler tekrar aklına gelmişti. Ona tam anlamıyla ‘’Delisin sen! ‘’ demişti. Buna neden olansa; onu elma yerken görüp, hiç elinden çıkarmadığı eldivenleriyle çocuğun elinden kaparak ‘’delice’’ temizleyip geri vermesiydi. Küçük çocuk korkuyla kaçarken ‘’delisin sen delisin!’’ diye bağırmıştı. Bu düşüncelerle iyiden iyiye üzülen kadın işlediği gobleni bırakmış elindeki iğneyi farklı büyüklükteki iğnelerini kaybetmemek için sapladığı koltuğunun sol yastığının üzerine saplayıp, ayağının altında dolaşmasına sinir olduğu kedisine bir tekme atarak yerinden kalkmıştı, eldivenlerini takmış ve bahçesinden bir elma koparmak için kapıya yönelmişti. Kapının yanındaki aynanın tekrar yalnızlığını hatırlatması onu bu sefer kızdırmıştı da. Bu kızgınlıkla eldivenlerini bir çırpıda çıkarıp atmış ve çıplak elleriyle bir elma koparıp koşarak içeri girmişti. Bu defa hiçbir temizlik işleminden geçirmeden bir ısırık almanın verdiği hazla bedenini camın önündeki en sevdiği koltuğa bırakmasıyla acı çığlıklar atmaya başlaması bir olmuştu. Koltuğun sol tarafında oturuyor olduğunu anlamak pek de güç olmamıştı onun için. Komşularının yardımıyla çağırılan ambulansla hastaneye giderken söylediği tek şey ‘’ eldivenlerimi asla çıkarmamalıydım, lanet olası çocuk!’’ olmuştu.

db

*Katıldığım bir film atölyesinin senaryo yazımı çalışmalarından ilki. Çalışmanın amacı "elma", "eldiven" ve "koltuk" ögelerini kullanarak anlamlı bir senaryo yaratmaktı. 
**Elma / Eldiven / Koltuk
Sürekli ölüm korkusu olan bir kadın /  Yemekten en çok hoşlandığı meyve elma / Yalnızlıktan goblen dikiş nakış yapar iğnelerini koltuktaki yastığa saplayarak bırakır.

6 Ocak 2015 Salı

The Imposter / Hayat Avcısı

2012 İngiltere yapımı bir Belgesel-Biyografi var bu kez karşımızda. 

Yönetmen Bart Layton ya da başrol oyuncusu Adam O’Brian mı bizi filme çeken, sanmıyorum. Aslında bu iki ismi de ilk defa duymuş olabiliriz. Filmde tanıdık tek bir yüz bile yok ama filmi izlediğinizde bunun ne kadar normal bir durum olduğunu hemen anlıyorsunuz. Filmde oyuncu yok ki! Karşımızda konuşan herkes aslında gerçekten bu olayı yaşayan insanlar. Bunu fark ettiğimizde ilgimiz daha artıyor, filmin içine daha çok giriyoruz. İnandırıcılık ya da gerçeklik kaygısı taşımıyorl çünkü bu insanlar. Hiç oyuncu yok dediğime de bakmayın, filmde gerçekten yapılan röportajlar ve eski kayıtların yanı sıra canlandırmalarda araya girmiş oyuncular da var. Hangisi gerçek, hangisi rol anlamak zor olsa da kesinlikle dikkat gerektiren bir film olmuş. 


Konusuna gelirsek 13 yaşındaki Nicholas Barclay, 1994 Nisan ayında San Antonio’daki evine giderken ortadan kaybolur. Ailesi tüm arama çalışmalarına rağmen oğluna ulaşamaz, polisten de bir iz çıkmaz. Oğullarının bir şekilde öldüğüne inanan aile 1997’de gelen bir haberle irkilir. İddiaya göre Nicholas Güney İspanya’da bulunmuştur. Bu güzel habere inanmak isteyen ailesi hemen harekete geçer; annesi sağlık nedenlerinden dolayı seyahat edemediği için İspanya'ya gidip Nicholas'ı geri getirmek kız kardeşi Carey'e düşer. Fakat Carey'nin ümidi çabuk sönecektir. Zira kardeşi olduğu iddia edilen genç adama Nicholas'a çok benzemekle birlikte hal ve tavırları çok gariptir. Kaybettikleri Nicholas değildir. Gerçeği ortaya çıkartacak kişi ise özel bir dedektif olacaktır... Fakat olayın derinlemesine araştırılması birilerinin hoşuna gitmeyecektir... 


Filmin konusuna bakıldığında ne kadar garip olabilir ki, bir insan kardeşini ya da oğlunu nasıl tanımaz sorusu ister istemez akla geliyor. Bu önyargıyla izlemeye başladığınız filmde işler giderek karışıyor. Aslında karışan sadece sizin aklınız! Röportajlarda anlam veremediğiniz noktalar, kayıtlarda “iyi de bu kadarı da olur mu?” diye sorguladığınız yerler ortaya çıkmaya başlıyor. Aklınızın inatla kabullenmediği yerlerde bile şimdi ne olacak hissiyle filmi daha bir heyecanla takip etmeye başlıyorsunuz. Acaba bir yerini mi kaçırdım dürtüsüyle belki benim gibi geri aldığınız birkaç yer bile olabilir. Bıkmayın, şaşırmayın ve izlemeye devam edin diyebilirim bu noktada yalnızca.


Filmin etkileyici bir diğer noktası çekimleri ve kişilerin ifadeleri. Müziğin sustuğu, insanların tek bir kelime etmediği hatta kameraya bile bakmadığı yerlerde ufacık bir dudak hareketi bile her şeyi özetlemeye yetmiş bir çok yerde. Etkileniyorsunuz! Hikayenin başından sonuna duygularınız ve düşünceleriniz sürekli değişiyor. Şaşkınlık, öfke, merhamet, acıma, nefret, sevgi… Tüm duygular içinizde düğüm oluyor, aklınız karmakarışık bitiriyorsunuz filmi…


Filmde Adam O’Brian’ın canlandırdığı ancak bazen kendisinin de filmde kendisini canlandırdığı Frederic Bourdin’in son cümlesi sizi yeniden altüst etmeye yetiyor. Başından sonuna sizi sürekli çelişkiye düşüren kişi siz her şeyi aklınızda toparlamışken yine yapıyor yapacağını ve kocaman bir şaşkınlık kalıyor elinizde!



2012 yılında ilk uzun metrajlı filmiyle kendini gösteren Bart Layton, Total Film ve The Guardian’da film eleştirmeni olan Peter Bradshaw’dan beş yıldız almakla kalmamış katıldığı festivallerden de elleri dolu ayrılmayı başarmış. Kazandığı ödüller arasında 2012 En İyi Belgesel dalında Austin Film Eleştirmenleri Ödülü, 2012 En İyi Uluslar arası Belgesel Film dalında Zürih Film Festivali, 2013 Bir İngiliz yazar, yönetmen veya yapımcının olağanüstü ilk eseri dalında BAFTA Film Ödülü de bulunan toplam 14 adaylıktan 10 ödül kazanmış.


İzlerken zevk aldığım filmlerden biri oldu “Hayat Avcısı”. Bir insanın neler yapabileceğini, nasıl bir psikoloji içinde bulunabileceğini her açıdan yansıtmayı iyi başarmış diye düşünüyorum. İzleyen herkeste başka bir etki, başka bir tat bırakacağından eminim.

db 

5 Ocak 2015 Pazartesi

Boşver, korkaksın işte...

Bazı sözcükler vardır ki yazılışlarıyla okunuşları birbirinden pek farklıdır. Özledim diyemezsin de orada hava nasıl dersin mesela… Ne zaman dönüyorsun diye soramazsın çünkü… “Sana değer veriyorum” cümlesini pat diye söylemek yerine dolandırır durursun lafları, çorba edersin. Hasta olma, sıkı giyin, uykusuz kalma… Bırak karşındakinin anlamaya çalışmasını sen bile anlayamazsın ki artık ne demek istediğini. Beynin kalbinle çelişir durur. Söylemek istersin bir bir dökülsünler içinden istersin ama öyle bir durumdasındır ki susmaktan başka çıkar yol bulamazsın o an kendine. İyi mi yapmışsındır, kötü mü kim bilebilir ki? Denemeden neyi bilebilirsin ki?

Hayatın hızla değiştiğini görür, neler yaşadığına şöyle durup bakarsın bazen hani, sanki hiç biri sana ait değillermiş ama yine de senden çok şey alıp götürmüşler gibi… Hayatına girip çıkan insanlara bakarsın, ne kadar çok hayal kurduğuna, ne kadar çok hayallerinin yıkıldığına. Sonra fark edersin ki bunca kırgınlığın üzerine yine biri çıkmış, dokunmuş sana. Kaçamamışsın, kaçmamışsın. Ama öylece kalmışsın karanlığın ortasında, far görmüş tavşan misali işte…

Ne yapacağını bilemez, ne söyleyeceğini bilemez, karşıdaki ne düşünür bilemez… Düşünür, kurar, bıkar…

Halbuki az bir cesaret yetmez mi tüm içindekileri söylemeye bir bir herkese? Artık sevmiyorum, istemiyorum seni hayatımda demeye eskiden en kıymetline. Ve yahut bana iyi geliyorsun, özledim hadi gel demeye bambaşka birine?

Sanırım yetmez, değil mi? Bunca kırılmışlığa, bunca aldatılmışlığa yetmez ufak bir cesaret… Sen de kırmadın mı sanki karşındakini hiç? Üzmedin mi, bırakıp gitmedin mi? Şimdi hangi cesaret kurtarır seni bu belirsiz durumdan?

Boşver, kal böyle…

db