31 Aralık 2013 Salı

Mutlu Yıllar!

İyisiyle kötüsüyle bir yılı daha geride bıraktık. Bu yıl çok mu farklı olacak bilinmez ama yine de bir hevestir kutlamaktan, iyi dileklerde bulunmaktan geri durmuyoruz hiç birimiz :)

En güzeli bol barış, sevgi ve şans dolu olsun istiyoruz. Aşkını arayan, aşkı olmuşken parasında aklı kalan, eh bunlar olur da sağlık eksik kalır mı diyen bizlere en güzelinden bir yıl gelsin o zaman :)

Yılbaşını güzel geçireyim derken sabahına baş ağrılarımız ve hatırla(ya)mayacağımız anılıarımız eksik olsun bir tek! :)) 

26 Aralık 2013 Perşembe

The Great Gatsby / Muhteşem Gatsby

Yönetmen: Baz Luhrmann
Görüntü Yönetmeni: Simon Duggan
Senarist: Baz Luhrmann / Craig Pearce
Uyarlama: F. Scott Fitzgerland’ın The Great Gatsby eseri
Müzik: Craig Armstrong

Konu: Yazar olma basamaklarını tırmanan Nick Carraway 1920'lerde eğlence hayatının gözdesi konumuna yükselen New York'a gelir. Kendi Amerikan rüyasının peşindeyken tesadüfen milyoner Jay Gatsby ve onun çevresiyle yolları kesişir. Carraway'nin alkolün su gibi aktığı, göz kamaştırıcı partilerle tanışması fazla zaman almaz. Öte yandan bu büyülü Amerikan rüyasının çöküşü de yaklaşmaktadır. Dışarıdan görkemli görünen bu hayatın örtbas etmeye çalıştığı gerçekler su yüzüne çıkacaktır...

Oyuncular
Leonardo DiCaprio / Jay Gatsby
Tobey Maguire / Nick Carraway
Carey Mulligan / Daisy Buchanan
Isla Fisher / Myrtle Wilson
Elizabeth Debicki / Jordan Baker
Joel Edgerton / Tom Buchanan
Jason Clarke / George Wilson




Müzik listesi için tıklayın

“Muhteşem Gatsby” gerçekten de muhteşemdi denilebilir. 1920’li yılların ihtişamlı dünyasına şimdi bile hayran kalmamak, içine çekilmemek elde değil. Yazar olma basamaklarını tırmanan ve New York’ta yeni zenginler arasında yer edinmeye çalışan Nick Carraway da bu şaşalı dünyanın ortasına düşmekte zorlanmayacaktır. Göz kamaştırıcı partiler, kadınlar, su gibi akıp giden alkolle birlikte insanı girdap gibi içine çeken bu muhteşem dünyada aslında hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Herkesin sırları, yalanları ve kendine göre nedenleri vardır. Bunların da açığa çıkması fazla uzun sürmez.

Konuya değinmeden anlatılamayacak filmler vardır. İşte “Muhteşem Gatsby” de onlardan biri sanırım. En azından benim için öyle. O nedenle konuyla ilgili bu kadar anlatımı ağızlara şöyle bir parmak bal çalarcasına da olsa yeterli buldum. Bunların dışında film bildiğiniz gibi 3 boyutlu. Filmden çıkarken bu 3 boyut gerçekten gerekli miydi diye sordum kendime ve yanımdaki arkadaşıma. Birçok kişinin de dediği gibi neredeyse 150 dakika o gözlükle izlemek zorunda kalmış olmak pek hoş değildi. 3 boyutu yaşatacak herhangi bir nokta da olmamıştı ilk bakışta. Genellikle yanımızdan geçen objelere ya da içinden geçtiğimiz mekanlara fazla alışmıştı gözümüz. Ancak sonra filmi tekrar tekrar analizlediğimde aslında kişileri o ihtişamlı ve karışık ortamdan ayırmamızda büyük yardımı olmuştu. Gerekli insanlara gerekli derinliği katmıştı 3 boyut. Bazı yerlerde kullanılan görsel efektler ve geçişlerde başka bir tat vermişti. Bu nedenle 3 boyutun daha farklı ve değişik bir amaçla kullanıldığını söyleyebilirim. 

“Moulin Rouge”, “Romeo + Juliet” ve özellikle de “Australia” filmlerinden tanıdığımız Baz Luhrmann’ın  ve  “Zor Ölüm”, “Ben Robot”, “Karanlıklar Ülkesi” gibi filmlerden tanıdığımız görüntü yönetmeni Simon Duggan’ın işbirliğinden ortaya gerçekten muhteşeme denilebilecek bir film çıkmış her açıdan. Luhrmann’ın konuyu işleyişi ve Duggan’ın çekimleriyle film insanı gerçekten etkiliyor.  Çok ciddi bir koşuşturma ya da çok yüklü bir duygusallık bulamadığınız bu filmde anlaşılmaz olan çekiciliğin nedeni sanırım bu.

Oyunculuklar için tek kelimeye bile gerek olduğunu zannetmiyorum. Leonardo DiCaprio böyle bir dönüşü kesinlikle hak etmişti. Yaşı ilerledikçe daha da yakışıklı olması da oyunculuğuna ayrı bir ağırlık katmış kesinlikle! Bazen oyuncuyu ve rolünü hissedersiniz ya işte bu filmde onların hiç birinden örnek yok. Ne ana karakterlerde, ne yan karakterlerde. Hatta figüranlar bile orada, o hayatı yaşıyorlar ve size de yaşatmayı iyi beceriyorlar.

Son olarak filmin diğer bir çekici unsuru olan müziklere değinmeden bitiremem bu yazıyı! Onlar ne kadar güzel cover, ne kadar etkileyici yerlerde, insana “ya bu buraya cuk oturmuş!” dedirtiyor! Filmin fragmanından önce gelen soundtrack listelerine hayranlığımı saklayamam. Eminim ki sizde hem müzikleri dinlediğinizde hem de filmi izlediğinizde benimle aynı fikirde olacaksınız.

Sinemada izlenmeye gerçekten değeceğini düşündüğüm bir film oldun “Muhteşem Gatsby” . Film çok güzeldi ama DiCaprio gerçekten “muhteşemdi!”

db

25 Aralık 2013 Çarşamba

Sus artık!

Zaman akıp giderken insan kaybettiklerinin farkına varmıyor. Kırdıklarının, kırıldıklarının… Bazen kendi isteğiyle çıkamadığı ortamlardan dışlatıyor kendini, bazense sadece daha fazla kırılmamak için kırmakta buluyor çareyi… Konuşuyor, susmamacasına… Dilin kemiği var mı ki durdurabilsin! Açıldıkça açılıyor, öfkelendikçe sivriliyor kesiyor her şeyi!

Sus be kadın biraz! Sus!

Sus ve dinle… Sessizliği, olup biteni, konuşulanları, konuşulmayanları ve konuşulamayacakları…

Artık biraz dinlen. Elin kolun dursun durduğu yerde. Çekil çekilebildiğin kadar kenara ve otur izle. Kimseye hesap vermek zorunda değilsin. Sessizce çekip gitsen kim farkına varır ki zaten?

Kimse…

Yaptığın iş senin olsun, yapamadığın senin… Mutluluğu da üzüntüsü de bırak senin olsun sadece. Kimsenin yardımıyla zorlayarak gelme artık bir yere, yapabiliyorsan yap! Baktın yapamıyorsun bir bok, eh o da senin aptallığın kabullen, çekil.

Basit; sus, çekil, izle, dinle, bakma – gör, yapabildiğinin en iyisini yap, yapamadığını zorlama.

Kendin ol olabildiğince! Bırak kabul eden böyle kabul etsin seni.

Ama sen, sen ol işte… Asıl sorun da burada değil mi… Canın acıdıkça acıtasın, hırçınlaştıkça daha da parlayasın geliyor yok yere. O zaman da ‘sen’ mi kalıyor ortada…


Neyse, sen yine de sus artık. Sessizce et vedanı, yeterli…

23 Aralık 2013 Pazartesi

My Name is Khan / Benim Adım Khan




Yönetmen: Karan Joher
Yapım: 2010 - Hindistan
Tür: Dram, Gerilim, Romantik
Süre: 165 Dak.
Senaryo: Shibani Bathija ,  Niranjan Iyengar
Oyuncular: Shahrukh Khan, Kajol, Kenton Duty,  Mackenzie Firgens, Zarina Wahab


İzlediğim filmlerin en başarılılarından biriydi “Benim Adım Khan”. Hint yapımı olduğu için genellikle önyargıyla yaklaşılan bu filmi izlemeyen kişi ne çok şey kaçırmıştır aslında. Filmin asıl konusu 11 Eylül sonrası Amerika’da İkiz Kulelerin terörist eylem sonucu yıkılmasıyla Amerika halkının Müslümanlara karşı oluşturduğu önyargı ve bunu kırmak için tek bir kişinin verdiği mücadele olsa da filmin geneline  baktığımızda işlenen birden fazla konu var.

Filmin kahramanı Rizvan Khan Asperger sendromu hastasıdır. Bu hastalık Otizm rahatsızlığının bir çeşididir ve ömür boyu süren, sosyal etkileşime ve iletişime zarar veren, sınırlı ve tekrarlanan davranışlara yol açarak beyin gelişimini engelleyen bir rahatsızlıktır. Kalabalıktan ve yüksek sesten korkması Khan’ın Amerika’da yaşamasını yeterince zorlaştırmaktadır. Hastalığın etkisiyle hiçbir duygusunu dışa vuramayan Khan zamanla bu becerileri elde ederek kendine yeni bir hayatın kapısını açacaktır. Tüm duygularını en saf haliyle yaşayan Khan, Mandira adlı Hint bir kadına aşık olur ve Mandira’yla evlenmek için her şeyi yapar. Mandira’nın 6 yaşında Sameer adında bir oğlu vardır. Mandira Rizvan’la evlendiğinde oğlu da Khan soyadını alır. Başlarda hiçbir sorun yaratmayan bu durum 11 Eylül sonrası her şeyi altüst edecek kadar büyük bir sorun haline gelir.

“Benim adım Khan ve ben bir terörist değilim…” repliğiyle akıllarda kalacak son derece ince işlenmiş olan film, izleyiciye ırk ve din ayrımının olmadığını sadece iyi ve kötü insan ayrımının olduğunu anlatarak, mensubu olduğun dilin, dinin ve ırkın herhangi bir ayrımcılık yaratmaya sebep olamayacağını, 11 Eylül sonrası Müslümanlara karşı olan tutumunu, aşkın ve dostluğun en saf halini, önyargıların aslında ne kadar gereksiz ve yanlış olduğunu oldukça güzel anlatıyor bu film.


“Sakın şunu unutma oğlum. Bu dünyada sadece iki tür insan vardır. Hep iyi şeyler yapan iyi insanlar, bir de kötülük yapan diğer insanlar… İşte insanlar arasındaki tek fark budur! Başka fark yoktur.”
Bu replik bile filmi izlemek için yeterli diye düşünüyorum aslında.. Oyunculukların, hikayenin, imgelerin ve verilmek istenen mesajların ustalıkla işlenişi izleyiciyi kimi zaman gülerken kimi zaman da duygulandıracak bir film haline getiriyor.  

Film hakkında daha fazla bir şey yazmaya gerek olduğunu sanmıyorum çünkü o kadar çok duyguyu bir arada yaşıyorsunuz ki izlerken, bunları yazarak anlatmak gerçekten zor. Hint yapımı olmasına ya da filmin uzunluğuna aldırış etmeyin. Başta film konusu ve gidişatı bakımından “Forrest Gump”a benzese de bu kıyası bıraktığınız zaman aslında birbirlerinden ne kadar farklı olduklarını hemen anlayacaksınız. İki filminde birbirine özgü akıllarda yer eden replikleri ve karakterleri var. Herhangi bir kıyasa sokmadan, hiçbir şey düşünmeden ve tereddüt etmeden filmi açın ve sadece izleyin. İnanıyorum ki sizde benimle aynı fikirde olacaksınız.


Not: Uzun zaman sonra gözyaşlarımı tutamayarak izlediğim ve listemde başlarda kendine yer etmeyi başaran bir film benim için “Benim Adım Khan”. 

Düşündükçe çoğalır çıkmazlar

Neden böyle oldu diye çok kez sordum kendime bu akşam. Her birimizin belli zaman aralıklarıyla kendine sorduğu bir soruydu bu, biliyordum. Herkesin kendi hayatında yolunda gitmeyen, bazen de en iyi şekilde, hayallerde bile olamayacak kadar iyi giden evreleri olmuştur. Ne oluyordu da bu iyi ve kötü evreler inatla birbirini kovalıyordu? Masallardaki kadar güzel bir mutlu sona ulaşmak için üzülüyor, dikenli çalılarla uğraşıyor, en garip hallere bürünüyorduk da, o mutluluğu yakaladığımız zaman neden elimizde tutamıyorduk yine de? Ne oluyordu da tepetaklak oluyordu her şey bir günde? Hatta bir günden daha kısa bir sürede…

Bunun cevabını vermek için çok çabalamıştım aslında. Yorgun düşüp de bir sandalye tepesinde başım masaya düşmüş halde kalıncaya kadar düşündüm, yazdım, ağladım, içtim belki de… Sonuçsuzdum. Her defasında başlattığım zincire bir soru daha eklenmiş olarak açıyordum gözlerimi. Bıkmıştım; sorgulamaktan, düşünmekten, çözüm aramaktan…

İşte o zaman masanın üzerindekileri fırlatıp attım.

“Yeter!” demiştim, “yeter”. Bu durum daha fazla devam edemezdi. Olanlar olmuştu işte! Kaçanlar, tısır tısır iş çevirip de en masummuşçasına davrananlar, en günahkar gösterilen günahsızlar… Hepsi bir masa etrafında oturuyordu işte! İçim kabul etmiyor, neden, nasıl, ne olacak diye düşünen bir sen misin aptal! Boşver artık, kalk o masadan, oturmak zorunda değilsin ki… Kim zorunluluklardan bahsetmişti ki? Kendi kendime koyduğun saçma kurallar bütününde sıkışıp kalmıştım sadece. Etik, doğru, olması gereken. Peh! Kim takar bunları artık…

Yeteri kadar düşündüm, sorguladım; hem kendimi, hem karşımdakileri. Ve eminim ki yeteri kadar acı duydum. Daha fazlası gelmez elimden artık… Ne düşünebiliyorum, ne sorgulayabiliyorum ne de çözüm bulabiliyorum… Uzun zaman sonra ilk defa her şeyi akışına bırakıyorum.

“Su akar yolunu bulur” edasıyla geri çekildim ve sadece bekliyorum.


Akışın beni nereye götüreceğini merakla bekliyorum…

db

22 Aralık 2013 Pazar

Life of Pi (Pi'nin Yaşamı)

2010 yılının en iyi filmlerinden olan “Life of Pi” gerçekten iyi izlenmesi ve analizlenmesi gereken bir film. İçinde barındırdığı birçok sembol ve fantastik öge kimi zaman aklımızı karıştırabiliyor. Genellikle bolywood olduğu için önyarıgyla yaklaşılan bir film olmasına rağmen beklentilerin çok üstünde olduğu tartışılmaz bir gerçek.  “Brokeback Mountain” (Brokeback Dağı, 2005) filmiyle En İyi Yönetmen Oscar’ını kazanan Ang Lee, “Life of Pi” ile ikinci en iyi filmine imzasını atıyor. Din ve inanç kavramlarını mükemmel şekilde işleyen ve görsel açıdan çok etkileyici olan bu filmin bir defa da olsa sinemada üç boyutlu izlenmesi gerektiğini düşünüyorum.

Filmin konusuna gelirsek;
“Pi’nin Yaşamı” aslında Pi adında bir gencin hayatta kalma ve aydınlanma sürecini anlatıyor. Babası bir hayvanat bahçesi sahibi olan Pi’nin ailesi ekonomik durumlarının kötüye gitmesiyle Japon kargo gemisiyle Kanada’ya yaptıkları göç esnasında başlarından geçen kaza ve kazadan kurtulabilen Pi’nin cankurtaran botunda 227 gün süren hayatta kalma savaşını anlatan filmde bu savaşı daha da zorlaştıran şey Pi’nin botu Richard Taylor adında bir kaplanla paylaşmak zorunda kalması. Pi’nin bu zorlu yolculukta giderek yalnızlığa gömülmesini en iyi şekilde anlatan Agn Lee, bu yolculukta seyirciyle hem Richard Parker, hem de Pi arasında duygusal bir bağ kuruyor. Filmde özellikle uzayın okyanusla birleştiği sahnelerde Mychael Danna’nın müzikleriyle her şeyini kaybetmiş bir insanın ruhsal dünyası başarılı bir şekilde aktarılmış. Filmde müzikler ve görseller birbirini en güzel şekilde tamamlayarak seyirciyi etkisi altına almayı başarıyor. Filmin sonunda seyirciyi şaşırtmayı başaran Ang Lee aynı zamanda da düşünmeye iterek sunduğu iki ayrı hikayenin hangisine inanacaklarını kendi düşüncesini üstü kapalı bir şekilde aktarsa da yine de seyirciye bırakmış.





Yazının bu kısmına başlamadan önce artık yazacaklarımın filmin içeriği ve detaylarından oluşacağını ve ister istemez spoiler barındırdığını belirtmek isterim. Ayrıca aşağıda inceleyeceğim sahneleri kendiniz keşfetmek isteyebileceğinizden yazının devamını filmi izledikten sonra okumanızı tavsiye ederim. 

Yetişkin Pi’nin evine gelen yazara O’nu Tanrı’ya inandıracak bir hikaye anlatacağını söylemesiyle başlayan filmde ciddi bir din ve inanç teması işleniyor. 11 yaşındaki Pi’nin kişiliğini bulmak için birçok dinden etkilenmesiyle devam eden dakikalarda Pi, din ve bilim savaşına girerek, Tanrı yolunda mantıklı cevaplar aramaya başlıyor. Hinduizm, Hrıstiyanlık, Müslümanlık ve hatta Musevilik inançlarını hepsine birden inanan Pi’nin isteği zamanla sadece doğaya saygı çerçevesinde yaşayan iyi bir insan olmak oluyor.

Filmde anlatılan mucizevi olaylar başlamadan önce çok önemli bir olay gerçekleşiyor. Richard Parker’la baş başa kalmadan önce botu bir zebra, bir sırtaln ve bir orangutanla paylaşırken pi, sırtlanın ayağı kırık zebrayı yedikten sonra orangutanı öldürmesini ve hemen ardından botta olduğunu fark etmediği Richard Parker’ın sırtlanı öldürmesini izliyor. Aslında bu izlemenin nedeni filmin sonunda anlattığı alternatif hikayeyi duyunca anlıyoruz. İşte burada sembollerin filmde ne kadar ince ve akıllıca kullanıldığını ve insanoğlunun aslında ne kadar acımasız ve vahşi bir varlık olduğnu daha iyi görüyoruz.  Zebranın denizci, sırtlanın aşçı, Pi’nin kaplan ve annesinin orangutan olduğunu anladığımız bu hikayede aslında açlıktan deliren aşçı ayağı kırılan denizciyi öldürüp yediği, daha sonra Pi’nin annesini öldürdüğü ve beklenmedik bir çıkışla Pi’nin de aşçıyı ölüdrerek botta yalnız kaldığı gerçeğiyle karşı karşıya kalıyoruz. Hayatı boyunca doğayla barışık, tek bir canlıyı bile incitmemiş Pi’nin birçok ölüme tanıklık etmekle kalmayıp, bir katil olduğunu anlıyoruz.

Gerçek hikaye ortadayken Pi’nin kendini bu kendi hayal ürünü olan hikayeye inandırmasındaki tek neden umudunu kaybettiği hayata tutunabilmek ve tekrardan yeni bir hayata başlayabilmek. Filmin sonunda Pi’nin yazara hangi hikayeye inandığını sorduğunda yazarın ilk hikayeyi “daha iyi” bularak ona inanması da acı gerçekleri kabullenmenin aslında ne kadar zor olduğunu bir kez daha gösteriyor. Kişi zaten mucizelerle dolu olan ilk hikayeyi kabul ettiğinde ister istemez Tanrı’nın da varlığını kabul ederken, ikinci hikayeye inandığı zaman insanların aslında ne kadar acımasız, günahkar ve kötü olduğu gerçeğini kabullenmiş oluyor.
Filmde Pi’nin aslında Parker olduğu küçük sembollerle gösteriliyor. Başta kaplanın bota çıkmaya çalışırken balıklarca aşağı çekildiğini gösteren Ang Lee, aslında kaplanın bota hiç çıkmadığını belirtiyor. Daha sonra botta beyaz muşambanın altından çıkan sırtlan da bu durumu destekliyor çünkü o küçük alanda bir sırtlan ve bir kaplanın yan yana durması imkansız bir olay. Film boyunca Pi’nin ve Parker’ın yatışından duruşuna, bakışından hareketlerine kadar neredeyse aynı olması dikkat edilmesi gereken bir diğer unsur. Kaplanın gözüyle başlayan karakterlerin varoluşlarını ve hayallerini gördükleri sahnenin Pi’nin gözünde sona ermesi de bu durumu destekliyor. Filmin sonunda Pi kurtulurken Richard Parker’ın da arkasına hiç bakmadan ormana girmesi özgürlüğün en iyi sembollerinden biri olmuş.

Filmde bir diğer garip sahne tabii ki ada sahnesi. Burada Pi’nin annesinin çürümeye başlamış bedeninden kurtulması temsil edilmiş aslında. Adanın ona huzur ve konfor vermesiyle Pi’nin hala annesinin yanında uyuduğunu fark ettiğimiz filmde Pi’nin eline annesinin dişinin gelmesi bazı şeyleri anlamasına yardımcı oluyor. Aşçı tarafından öldürülen annesinin bedenini suya atmadığını fark eden Pi, hastalık kapmamak için bu zor görevi sonunda gerçekleştiriyor.

Peki bu kadar hayvan varken Pi neden kendini bir kaplanla özdeşleştirdi sorusunun cevabı ise filmin en başındaki sahnelerden birinde saklı. 11 yaşındaki Pi’nin Richard Parker’ı eliyle beslemek istemesiyle kolunu kaptırmaktan son anda kurtulduğu sahnede babası Pi’ye hiç unutamayacağı bir ders vermek istiyor. Parker’ın keçiyi parçalamasını canlı bir şekilde izlemek durumunda kalan Pi aslında çok büyük bir travma yaşıyor. Bu travmanın sonuçları gemi kazasıyla ortaya çıkıyor ve Pi kendini Richard Parker’la özdeşleştiriyor.
Sonuç olarak “Life of Pi”, bir insanın hayatta kalma mücadelesinin sembollerle mükemmel bir görsel şölene çevrilmiş bir başyapıt olarak karşımıza çıkıyor. Filmde kullanılan müzikler ve yerinde kullanılan üç boyutla daha da içine girilen bu film kesinlikle izlenmeye değer!


Oscar Ödülleri
-          En İyi Yönetmen: Ang Lee
-          En İyi Görüntü Yönetmeni: Claudio Miranda
-          En İyi Görsel Efekt
-          En İyi Müzik: Mychael Danna

Oscar Adaylıkları
-          En İyi Film
-          En İyi Uyarlama Senaryo
-          En İyi Kurgu
-          En İyi Sanat Yönetmeni
-          En İyi Ses Miksajı
-          En İyi Ses Kurgusu
-          En İyi Şarkı

21 Aralık 2013 Cumartesi

Güzel Demiş..:)

Tıpkı senin gibi, o da mükemmel değil ve ikiniz birlikte asla mükemmel olmayabilrsiniz... 
Sana kırabileceğini bildiği bir parçasını verecektir - kalbini.
Yaralama onu, değiştirmeye çalışma...


Hatırlayamayacağın kadar karanlığa...

Cesaretin yok mu artık? Hatırlamak bile zor mu gelmeye başladı? O kadar mı geride bıraktın her şeyi?

O zaman boşver…

Eski sayfalar arasından fırlayan hayatları aynı sakinlikle kapat ve koy onları başucundaki yerlerine artık. Bakma ne yazmışsın, ne hissetmişsin anımsama… Tarihleri silmelisin aklından, yitip gitsin hepsi, bırak. Bitmiş, tükenmiş olanların ardından düşünme artık.


Unut demiyorum, unutamazsın zaten ama sadece, sadece diyorum ki…

Uutma ama hatırlama da…

Hatırlayamayacağın kadar karanlığa göm her şeyi.


Ve lütfen, hatırlama!



db

Tek bir bakış mı?

Bazen tek bir bakış yeterlidir her şeyi altüst etmeye…

Durursun, gözlerinin en içine bulursun en saklanmış halini belki de o an. Kaçmak istersin ama hapsolursun o saniyelere. Bitmesin istersin ya da biran önce bitsin! Bir anlık yaşanan şey sanki saatler sürmüştür de çıkamazsın işin içinden. Şaşırırsın sonradan, bir bakış mıydı tüm bu ruhunu alıp götüren uzaklara. Hafızandan silip atamadığın bir çift göz müydü yalnızca? Cevabını bildiğin soruları soramazsın kendine ama değil mi? O gözlerin içindekiydi seni alıp götüren aslında biliyorsun sende işte, ne diye hala inkar ediyorsun ki bunu… 

Baktığın an tüm anılarını görmüştün orada. Kendini, ‘biz’ olduğunuz zamanları.. ve en kötüsü olamadığınız her anı! Yaşadın acısını en içinde. Kızdın, öfkelendin, kırıldın hatta! İncinmiş bir halde aktı gözyaşların yanaklarında usulca. Buz kesmiş tenini yaktı sıcaklığı, kalbinin içten içe yaktığı gibi tüm ruhunu. Bağıramazdın, susamazdın, vuramazdın, sarılamazdın; çelişkiler yıpratmıştı seni artık, daha fazla dayanamazdın buna!

+Çıkar yol var mı?

-…

+Hiç mi yok?

-Hiç…

+Neden?

-Cevabı sende, biliyorsun…

+…


Hep böyle mi olmak zorundaydı… Neden birbirinden vazgeçemezdi ki iki insan? Cevabı kendi içinde bir cümleden ibaretti aslında tüm mesele… ‘Bir’ olan ayrılabilir miydi artık? En yok olmuş hali bile bağlıydı. Her şey gitse de saygısını korurdu, içtenliği vardı. Demek ki gerçekti… Yoksa, yoksa bunca şeye rağmen durur muydu karşı karşıya bu iki insan? Gözlerinin içine bakıp da görebilirler miydi en dipte kalmışları…

Sanmıyorum…

Bazı şeyler vardır hiç unutulmayan, unutulmayacak olan ama hatırlanması yasak olan ve bazı şeyler vardır unutulmaya mahkum ne kadar hatırlanmak istese de!

Ve her insan ne çok barındırır tüm bu yasak ve mahkumlardan farkında olmasa bile. Aynaya baktığında bile göremediği ne çok saklanmış parçası vardır diplerinde. Gün gelir bir söz, bir bakış, bir dokunuş yerle bir eder ve o zaman fark edersin unuttuğuna, bitirdiğine inandığın her şeyde kendini kandırdığını sadece. 

Hatırlanmamak üzere kilit vurduğun sandıklarının açılmayacağını mi düşünmüştün bir ömür?

Peki şimdi ne yapacaksın? Sustukların parçaladıkça ruhunu unutabilecek misin o seni yerle bir eden bakışları? Dokunmadan durabilecek misin anılarına? Aklından atabilecek misin o durmuş zamanda konuşulan her bir kelimeyi!

Cevabını bildiğin sorular sormayı asla bırakamayacaksın değil mi?

Boşver, bırak gitsin…

Sus sadece artık, kapat gözlerini ve biraz uyu. Rüya da görme n’olursun… Bırak her şeyi ve sadece git buralardan… Hadi artık, vakti geldi…

………

db

16 Aralık 2013 Pazartesi

Bazı "şeyler" vardır, asla dokunulmaması gereken...

Bazı kişiler, bazı anlar, bazı tarihler, bazı kitaplar, bazı filmler, bazı kelimeler hatta… Özel ama dokunulamayandır bunlar.

Garip bir şey söylemiyorum, sende de yok mu sanki en az bir tanesinden? 

Yandan bir gülümseyişle onaylıyorsun beni, biliyorum. Var çünkü en içinde sakladığın özel, unutmak istemediğin ama hatırlamaktan çekindiğin… Yine de bazen aklına geliveriyor değil mi en alakasız anlarda. Duruyorsun sokağın ortasında belki de, yüzün allak bullak bir hal almış, gözlerin hafif dolmuş, vücudunda ince bir titreme… Ne gerek vardı ki şimdi tüm bunları hatırlamaya! Amacı neydi aklımızın!

“Belki de… Belki de sadece bir his. Hissetmem gerekiyormuş…”

Bu kurtarır mı o an üstüne çöken yükten seni, kim bilir belki de ama yine de inatla sürdüreceksin bunu söylemeyi kendi kendine ve hemen arkasından gözlerini sımsıkı kapatıp derin bir nefes çekeceksin en derine. Biraz öyle kaldıktan sonra bir kerede bırakacaksın nefesini içindeki her şeyi söküp atarcasına. Gözlerini açıp etrafına bakacaksın, yolunu kaybetmiş ve aptallaşmış olduğunu fark ettiğinde öylece yollar kayacak ayaklarının altından ve sen bunu hiç umursamayacaksın. Yürüdükçe yürüyecek, arada bir kafanı kaldırıp yön değiştireceksin hiç yoktan. Nereye gittiğini bilmeden saatlerce yürüyeceksin. Ne etrafındakilerin önemi olacak o sırada, ne de kulağında son ses çalan müziğin. En sevdiğin, defalarca arka arkaya dinlemekten bıkmadığın şarkıyı bile duymayacaksın bu kez. Kulaklarında başka sesler olacak çünkü o esnada… Anıların kafanın içinde çınlayacak! Kalbin ya tüm vücudunda atacak ya da ufacık bir kıpırtısı bile olmayacak ve sen yine de durmadan yürüyeceksin…

Sonra denizin karşısında bir banka çöküp kalacaksın. Kolların bedeninin yanına düşmüş, gözlerin uzaklara bakar halde rüzgarı teninde hissetmenin verdiği boşlukla en küçük ayrıntıyı bile hatırlayacaksın o an!

Belki bir mesaj, bir arama, bir karşılaşma… Hiçbir şansın yok belki de, her şey çok uzakta artık. Anlatmak birine? İçini dökmek iyi gelir ama senin bile unuttuğun bir hikayeydi bu değil mi? En küçük detayını bile hatırladığın ama hatırlanmamaya mahkum şu hikaye…

Nasıl başlıyordu? Bir merhaba mıydı sadece, evet, sanırım. Sonrasında? Hah evet şu en sevdiğin renkli hırkan vardı o gün üzerinde. Camın mermerine çıkmış söz dinlemeksizin oturuyordun orda değil mi? Neyse ki düşmemiştin aşağı, yoksa kimin için yazılacaktı tüm o şarkılar?

Haklısın, bu kadar yeter. Daha fazla hatırlanmamalı hiçbir şey. Konuşulmayacak kadar özel ve unutulmuş bu hikaye…

Ama unutma! Hani belki diyorum, içini dökmek istersen, ben hep buradayım…

Üzülme, sadece bir histi. Geldi ve geçti…

Her defasında olduğu gibi…

db

11 Aralık 2013 Çarşamba

Hangimiz görebildik ki Şirinleri?

Her kalp kırılışında aynı yere dönmekten öyle sıkılmıştı ki zavallı kalbim artık acıları hissetmemeye başlamıştı sanırım. Kaşları çatık mı gözünde yaş akıyor mu bilmez olmuştu. İçinden sürekli bir şeyler koparılıyordu ve artık canı acımaz olmuştu. Alıştım diyordu içten içe, elbet diyordu elbet koparacak hiçbir şey kalmayacak o zaman görecekler günlerini. Kalpsizliğimden isyan edecekler ancak onu yok eden yine onlar diyordu...

İçten içe acıyordum kalbime, aslında kendime!

Bu kadar canımı acıtmalarına ben mi izin veriyordum? Vursunlar vurabildikleri kadar mı diyordum. Bu yüzden mi oluyordu tüm bunlar anlamıyordum. Bu yüzden başkasına kızamıyor kızsam dahi sonra onu kırdım diyerek kendime daha fazla kızıyor nefret doluyordum kendi kalpsizliğime!

Zorla güler zorla ağlar olmuştum. Ne kalbim beni dinliyordu ne beynim. Hepsi kendi bildiğini yapıyor, kimi zaman birbiriyle çelişkiye düşüp savaşıyor kayıplar veriyor kimi zamansa büyük bir tutarlılık içinde anlaşıyorlardı. Bu beni daha çok yıpratıyor kendime acımam için daha fazla sebep yaratıyordu. Acımak da değildi benimki aslında nefretti sanırım. Bu ben olamam diyordum ben böyle biri değildim ne oldu diyordum. Ağlamak istiyordum kalbimi temizlemek için ama olmuyordu. Gözümden akmıyordu o saf yaşlar. Artık onlar dahi kalmamıştı içimde diyor daha da iğreniyordum içimdeki karanlıktan...

Ardıma dönüp bakmak istemiyordum artık. Her şeyi bırakıp uzaklara çok uzaklara kaçmak istiyordum yalnızca. İçimdeki karanlığı, kırmış olduğum ve beni kıran herkesi, sevdiklerimi, nefret ettiklerimi. Her şeyi ,herkesi bırakıp kaçmak, tek düşünebildiğim bu olmuştu son zamanlarda. Ama elimden gelmiyordu hiçbir şey. Dünyanın bütün ipleri elimi kolumu bağlamış bütün açılmaz düğümleri atmışlardı bedenime...

Ne sesim duyuluyordu artık ne de bedenim gözüküyordu bakıldığında. İyi bir çocuk olursak şirinleri görürsün derlerdi ve biz hiçbir zaman göremezdik ya şimdi düşünüyordum bedenimi görmek de şirinleri görmekle aynı şey miydi yoksa? Artık o da mı görülmeyecek bir hayal ürünü olmuştu? 

İster bağır ister kız ister sev ister tut ister terk et!

 Bu kadar kolaydı belki de her şey….

db

8 Aralık 2013 Pazar

Gittin ya, gelme...

Ah be insan! Ne çok söz kaldı içimde bir bilsen… Ne çok his kaldı gözlerimde bakılıp da anlaşılmayı bekleyen… Görür müsün artık? Dokunur musun en içime yeniden? Cesaretin var mı, yüzün var mı yeni baştan bakmaya bana! Olmasın, olmamalı artık. Yıktığın bir ben var en ücra köşelerde saklanan, bulamazsın artık sen onu…

Defalarca kendimi durdurmadım mı sanıyorsun? Zoraki gülüşlerle kaçmadım mı etraftan… Duymaya, görmeye tahammülüm kaldı mı? Her defasında ‘dayanamam artık’ derken her defasında bir kez daha bir zoruna dayanmadı mı bu yürek?

Hepimizin yaşamaya hakkı var, haklısın ama çok mu istediğim senden be çocuk? Benim gözümün önünde yaşama, ne olur? N’olursun… Yapma artık.

Her gelişinde yıkıp gitmeye ne hakkın var, hem kendine hem bana acımaz mısın hiç? Acı…

Son bir isteğim var belki en içimde, gelirsen tutamam kendimi, korkuyorum n’olur gelme…

Kulaklarım unutsun sesini, gözlerimden silinsin yüzün ve rüyalarımdan çıksın o en değer verdiğim sen!

Çok şey mi istiyorum, cevap ver?

Ya da sus, neden mi?


Sen şimdi gittin ya bırakıp beni,
Gelme artık, dayanamam çünkü…

                                                                                                   db

4 Aralık 2013 Çarşamba

Tam yarımlardan bir bütün...

Bazen öylesine yarım kalır ki ruhun, bedenin yokmuşcasına kalakalırsın kendine. Aynalarda görünmez olur yüzün, gözlerinin içine bakamazsın artık içini görmek için. Öylece biter gider günler, geçer haftalar. Giden bir ömürdür her saniyede usulca kaçışır senden, ne yapsan durduramazsın zamanı...


Gördüklerin anlamsızlaşır, duydukların sağır eder seni. Zaten sen de istemiyor muydun görmemeyi, duymamayı, hissetmemeyi...

"Hissetmeden yaşam mı olur, saçmalama" demişti biri, ama kimdi hatırlayamıyorum. Uzakta kalmış olsagerek, sesi bir uğultu kulaklarımda, yüzü belli belirsiz gözlerimde... Hissetmemek isterdim dedim inatla ona, ama o sadece acı ve mutlulukla sınırlandırdı sanırım sözlerimi. Oysa ki o acınası halimi, o en derinden gelen yalnızlığımı, içimi kavuran ateşi ve birden üstüme düşen buz kütlelerinin kesiciliğini hissetmek istemiyordum belki de sadece. İncinmiş, kırılmış ruhumun çığlıklarıyla gururumun gözyaşlarıydı saklamak istediğim...
Acı olmazsa mutluluğu nereden bilir, nasıl hissederiz? Onlar olmazsa olmazlarımız da, o en kalabalıktaki kalakalmışlık yok mu, gülümserken içinde kopan fırtınalar yok mu... Ah işte onlar öldürüyor beni! Ruhum alıyor başını gidiyor uzaklara, uykusuz beklediğim gecelerde kim bilir nerelerde...

Hissetmemek isterdim... Ruhumun içimden kopup kaçışlarını, her defasında yenilmiş geri dönüşlerini bilmemek isterdim...

Ama nerede en içimi görecek göz sende! Kendi doğrularınla, inadınla karşımda durup dikilmekten başka ne yaparsın ki sen? Dinler misin sessiz isyanımı, görür müsün kahkahalarımın ardındaki çığlıklarımı?
Aslında en iyi sen bilirsin bunları, en rahat sen anlarsın beni ama işine gelmiyor değil mi? Kabul etmezsin yaptıklarını, düzeltmek için yapılacak tek bir şey kalmamıştır çünkü... Gidersin...

Bir kez daha yarım kalırım ama daha bir güçlenirim!

Belki de bunu bildiğindendir için rahat gitmen...

En iyisi de bu değil mi zaten, boşversene...

Hoşçakal demenin vakti yakın bize...

Sessiz, bir bakışla...

                                                                                                                                            db

Bitmemiş hikayeler vardır hayatta...



Şu hayatta teşekkür etmek istediğim biri var son zamanlarda yaşantımın çok içinde olan. Dayanıklılığımı arttırarak gözümü açan bir yerde… Adına, tipine, karakterine, yaşına, sanına hiç gerek yok. Hiçbir zaman bunlara bakmamıştım ya zaten… En içimde gördüm, biliyorum ben O’nu nasılsa. Neyse uzatmaya gerek yok. Hikaye anlatmak asıl kararım bu akşam. Bir kız, bir çocuk ve birbirinden karışık olaylar bütünü. Paradokslar, ikilemler, vazgeçişler, tutunuşlar, kaçışlar, geri dönüşler, kahkahalar, gözyaşları, sarılmalar ve ittirmeler…Hepsi ve daha fazlası, belki de daha azı mevcut hikayemde. O zaman başlasak mı? Bence de…


Günün birinde yolumda karşıma çıkmıştı. Kimdi, neydi, neyciydi, ne isterdi bilmezdim. Sevmezdim de aslına bakarsan. Olsun dedim… Sonra bir bakmışım yoluma yoldaş olmuş, tutmuş elimden, almış yükümü götürüyor beni uzaklara. Ben de inanmış gidiyorum ilk defa sorgu sual etmeden. Yokuşlar çıkıyoruz, yokuşlar iniyoruz, atlıyoruz engellerden ama kimseye bir şey söylemeden devam ediyoruz yolumuza, giderek büyüyerek...

Derken dik bir tepe gösterdi bir eliyle elimi sımsıkı tutarak. Tepenin güzelliklerinden bahsetti o tatlı, kitaptan çıkmışcasına sözleriyle. “Gel” dedi, “Gel benimle, biz olalım” dedi. “Biz”… Kapılmışım bir kere rüzgarına, ayaklarım basmaz olmuş yere, görmez olmuş gözlerim başka bir şey “Peki” demişim artık. Başladık çıkmaya tepelere… Yol uzun, engel çok! Bir o beni çekiyor yukarı, bir ben onu… Yıpranmaya başladık fark etmeden. Birbirimize saldırdık da bir dokunuş, bir bakış yetti yeniden elele tutuşup yola devam etmeye. Derken geldik tepelerin birinin zirvesine… “Daha yolun başı” dedi. “Daha güzel, daha yukarı çıkacağız” dedi… Ama ne var ki oradayken birbirimizin gözünün içine bakıp “Başardık!” diye sarılıp manzaranın, zaferimizin tadına varacağımıza ellerimizi bıraktık. Rüzgar mı çok sert vurmuştu bize acaba? Çok mu diken kalmıştı üzerimizde de silkelenip atamadık, temizleyemedik birbirimizi…

Manzaraya bakmak istedim sessizce, köşeme çekilip o güzel, tatlı sözlerle anlatılanları görmek istedim. Tam o sırada sırtımda çok ağır bir yük hissettim. Tüm dengemi kaybetmiştim o an. “Bitti” dedim. “Düşüyorum, en güvendiğim yerde ölüyorum!” Sırtımdan çok yüreğim hissetti o an o yükü. Acıdı, durdu… Yelkovan bıraktı o an akrebi kovalamayı. Esmez oldu rüzgar, parlamadı gecenin karanlığında ne dolunay ne yıldızlar… O an bıraktım kendimi boşluğa. Kurtaracak kimse yoktu çünkü ‘O’ yapmıştı bana bunu zaten… Gözümden bir damla yaş akıtmadan kapattım gözlerimi. Çabalamadım denge kurmaya. İşte tam o sırada asılı kaldım havada! Hayretle açtım gözlerimi ve bir nefesle döndürdüm bakışlarımı ardıma. Kim olabilirdi ki beni tutan, kurtaran düşmekten? ‘O’ bunu yapmışken kim vardı O’ndan daha güven verecek?
Şaşırmadım… Yine O’ndan başkası değildi tabiî ki. Garip gözlerle bakıyordu bana. Altında ne mana vardı anlayamıyordum. Hem beni uçurumdan itmiş, hem de tutmuştu ama yine de havada asılı bırakıyordu. Ne aşağı ne yukarı… “Ne olursa olsun, seni asla bırakmayacağım. Hep yanında olacağım” dedi usulca. Yine inandım, içim hala inançlıydı ya neyse…

Zaman geçti, giderek acımaya başladı ellerini tutan ellerim, bedenim isyan etmeye başladı. Boşlukta asılı kalmaktan, tek dala tutunmaktan yorulmuştum. Canım acıyordu. Ben “yeter!” dedikçe O bırakmadı beni. Bir kez daha asıldı kollarıma “Gitme” dedi gözlerimin içine bakarak…

Gidemedim…

“Canım acıyor, bırak beni artık. Yukarı, yanına gelemeyecek kadar uzağız. Beni bırak boşluğa, ne olursa olsun!” dedim ama o yine de “Acıtmam, bırakmam, söz” dedi. Dedikçe daha çok acıttı, elleri ellerimi yaktı acımasızca. Alev oldu, kor oldu parçaladı bedenimi. Fakat hiç görmedi bunları… Zarar verdiğini hiç görmedi, inanmadı. O yapmazdı çünkü, yapmazdı işte! Kalbim bile buna inanmışken, O neden kabul etsindi ki tersini…
Giderek daha çok yorulduk,daha çok yandık. Onun alevi beni yakarken benim buzum onu güçlendirdi. Olan bana oluyordu. Gitmek istiyordum artık, acıya dayanamaz hale gelmiştim o sıralar. Bir anda ellerini bırakıverdim! Tutmaya çalıştı ama artık çok uzaktaydım. Dokunuyordu parmaklarının uçları ama bu bir engel değildi mutlak düşüşüme…

Rüzgar uzun zaman sonra yeniden esmeye başladı, tenimin yanmışlığını daha da kavruk bir hale getirmek için söz vermişti adeta kendine… Umursamadım… Saatin yeniden duyulmaya başlayan tiktakları tüm bedenimde hissedilir hale gelmişti artık… Dinledim sadece, uğultular arasındaki şarkıları duydum uzun zaman sonra… Dinledikçe hem ağladım, hem güldüm. Hayatın tüm tezatlıkları karşımda dikilmiş acımasız ama biraz da utanmış gözlerle bana bakıyorlardı. İkisi nasıl bir arada olur diye sorma bana! Oluyordu işte o anda… Bu defa soru soramadım onlara, “neden?” diyemedim… Ne onlar kazandı ne de ben, işin komiği bir kaybedeni de yoktu oyunun. Olup bitmişti her şey işte sadece. Ne amacı vardı, ne planı. Ne bir vazgeçiş ne bir tutunuş…

Öyle bir boşluktu ki o an içinde bulunduğum, sessizce bekledim… Son’u saatlerce bekledim. Gelecek biliyordum. Hala umudum var. Hala inancım var! Acımasızlığı öğrettiler ya bana, nedeni olmalı ya bunun da işte o yüzden bekliyorum. Ne rüzgarlarım duruyor artık, ne yelkovanım akrebi kovalamaktan vazgeçiyor. Gecenin en karanlık anında her şeyi aydınlatırcasına çakıyor şimşeklerim artık! Yağmurlar yağdırmadan doldukça doluyor bulutlarım, taşıp afet olmayı bekliyor sabırsızca… Ve ben boşlukta düşmeye devam ederken gülümsüyorum. Her şeyi görüyor, duyuyor, hissediyorum. Yorgun, yıpranmış kalbim gülüyor bana arsızca. “Gör” diyor, “Gör bizi ne hale getirdim, aptallığımı gör!”…

Kızamıyorum kimselere… Gülümsüyorum sadece…

Yıldızlar kayarken gökyüzünde amansızca, ben her biri için dilekler tutuyorum. Benim kaydığımı görüp dilek tutan var mı diye merak ediyorum birazda. Onlar da merak etmişler miydi?

Belki bir gün tüm soruların cevabını bulurum diyorum… Kendime bile sormaya cesaret edemediğim tüm sorularımın…

Hoşça kal…

Hoşça kal demeye fırsatım olur mu dersin bir gün sana? Bu muhteşem karanlıkta görür müsün beni, bıraktığın, yok etmek istediğin beni? Olmadı, yapamadın der miyim sana? Belki de sadece “Teşekkürler” derim, kim bilir…

Sen yine de bekle…

Geri gelişimi bekle ve yaşa hayatını. Benden çaldıklarını elbet sen de kaybedeceksin, inan bana.
Teşekkürler gözümü açtığın için, teşekkürler…

Bitmemiş hikayeme noktalar koydurup inatla sürdürdüğün için..

Tek nokta koyacağım zamanı bekleyeceğim, inan. Ve işte o gün gerçekten bir teşekkürü hak edeceğiz. Sen ve ben! Yine birlikte, karşılıklı duracağız. Birbirimize bakıp göreceğiz her şeyi ve anlayacağız gözlerimizin en içinden…

Hikayem düşmekle bitmedi. Aksine! Her bitiş nasıl bir başlangıçsa, bende de daha her şey yeni başlıyor…

Yeni başlıyor…

                                                                                                                                             db

9 Nisan 2013 Salı

salyangozuma merhaba diyelim lütfen :)


Yol bitmez, uzar istesen de istemesen de... Ve inadına bir sürü engel çıkarır karşına.


 Peki sen, pes mi edeceksin?! Geri dönüş var mı artık? 
Hayır, inat değil mi sen de yoluna devam edeceksin ısrarla!
 Belki yavaş olacak ama biliyorum ki vaktinde varacaksın son durağına :) 

                                                                                                                                           db