2010 yılının en iyi
filmlerinden olan “Life of Pi” gerçekten iyi izlenmesi ve analizlenmesi gereken
bir film. İçinde barındırdığı birçok sembol ve fantastik öge kimi zaman
aklımızı karıştırabiliyor. Genellikle bolywood olduğu için önyarıgyla
yaklaşılan bir film olmasına rağmen beklentilerin çok üstünde olduğu
tartışılmaz bir gerçek. “Brokeback
Mountain” (Brokeback Dağı, 2005) filmiyle En İyi Yönetmen Oscar’ını kazanan Ang
Lee, “Life of Pi” ile ikinci en iyi filmine imzasını atıyor. Din ve inanç
kavramlarını mükemmel şekilde işleyen ve görsel açıdan çok etkileyici olan bu
filmin bir defa da olsa sinemada üç boyutlu izlenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Filmin konusuna gelirsek;
“Pi’nin Yaşamı” aslında Pi adında bir gencin hayatta kalma ve aydınlanma sürecini anlatıyor. Babası bir hayvanat bahçesi sahibi olan Pi’nin ailesi ekonomik durumlarının kötüye gitmesiyle Japon kargo gemisiyle Kanada’ya yaptıkları göç esnasında başlarından geçen kaza ve kazadan kurtulabilen Pi’nin cankurtaran botunda 227 gün süren hayatta kalma savaşını anlatan filmde bu savaşı daha da zorlaştıran şey Pi’nin botu Richard Taylor adında bir kaplanla paylaşmak zorunda kalması. Pi’nin bu zorlu yolculukta giderek yalnızlığa gömülmesini en iyi şekilde anlatan Agn Lee, bu yolculukta seyirciyle hem Richard Parker, hem de Pi arasında duygusal bir bağ kuruyor. Filmde özellikle uzayın okyanusla birleştiği sahnelerde Mychael Danna’nın müzikleriyle her şeyini kaybetmiş bir insanın ruhsal dünyası başarılı bir şekilde aktarılmış. Filmde müzikler ve görseller birbirini en güzel şekilde tamamlayarak seyirciyi etkisi altına almayı başarıyor. Filmin sonunda seyirciyi şaşırtmayı başaran Ang Lee aynı zamanda da düşünmeye iterek sunduğu iki ayrı hikayenin hangisine inanacaklarını kendi düşüncesini üstü kapalı bir şekilde aktarsa da yine de seyirciye bırakmış.
Filmin konusuna gelirsek;
“Pi’nin Yaşamı” aslında Pi adında bir gencin hayatta kalma ve aydınlanma sürecini anlatıyor. Babası bir hayvanat bahçesi sahibi olan Pi’nin ailesi ekonomik durumlarının kötüye gitmesiyle Japon kargo gemisiyle Kanada’ya yaptıkları göç esnasında başlarından geçen kaza ve kazadan kurtulabilen Pi’nin cankurtaran botunda 227 gün süren hayatta kalma savaşını anlatan filmde bu savaşı daha da zorlaştıran şey Pi’nin botu Richard Taylor adında bir kaplanla paylaşmak zorunda kalması. Pi’nin bu zorlu yolculukta giderek yalnızlığa gömülmesini en iyi şekilde anlatan Agn Lee, bu yolculukta seyirciyle hem Richard Parker, hem de Pi arasında duygusal bir bağ kuruyor. Filmde özellikle uzayın okyanusla birleştiği sahnelerde Mychael Danna’nın müzikleriyle her şeyini kaybetmiş bir insanın ruhsal dünyası başarılı bir şekilde aktarılmış. Filmde müzikler ve görseller birbirini en güzel şekilde tamamlayarak seyirciyi etkisi altına almayı başarıyor. Filmin sonunda seyirciyi şaşırtmayı başaran Ang Lee aynı zamanda da düşünmeye iterek sunduğu iki ayrı hikayenin hangisine inanacaklarını kendi düşüncesini üstü kapalı bir şekilde aktarsa da yine de seyirciye bırakmış.
Yazının bu kısmına başlamadan önce
artık yazacaklarımın filmin içeriği ve detaylarından oluşacağını ve ister
istemez spoiler barındırdığını belirtmek isterim. Ayrıca aşağıda inceleyeceğim
sahneleri kendiniz keşfetmek isteyebileceğinizden yazının devamını filmi
izledikten sonra okumanızı tavsiye ederim.
Yetişkin
Pi’nin evine gelen yazara O’nu Tanrı’ya inandıracak bir hikaye anlatacağını
söylemesiyle başlayan filmde ciddi bir din ve inanç teması işleniyor. 11
yaşındaki Pi’nin kişiliğini bulmak için birçok dinden etkilenmesiyle devam eden
dakikalarda Pi, din ve bilim savaşına girerek, Tanrı yolunda mantıklı cevaplar
aramaya başlıyor. Hinduizm, Hrıstiyanlık, Müslümanlık ve hatta Musevilik
inançlarını hepsine birden inanan Pi’nin isteği zamanla sadece doğaya saygı
çerçevesinde yaşayan iyi bir insan olmak oluyor.
Filmde
anlatılan mucizevi olaylar başlamadan önce çok önemli bir olay gerçekleşiyor.
Richard Parker’la baş başa kalmadan önce botu bir zebra, bir sırtaln ve bir
orangutanla paylaşırken pi, sırtlanın ayağı kırık zebrayı yedikten sonra
orangutanı öldürmesini ve hemen ardından botta olduğunu fark etmediği Richard
Parker’ın sırtlanı öldürmesini izliyor. Aslında bu izlemenin nedeni filmin
sonunda anlattığı alternatif hikayeyi duyunca anlıyoruz. İşte burada
sembollerin filmde ne kadar ince ve akıllıca kullanıldığını ve insanoğlunun
aslında ne kadar acımasız ve vahşi bir varlık olduğnu daha iyi görüyoruz. Zebranın denizci, sırtlanın aşçı, Pi’nin kaplan
ve annesinin orangutan olduğunu anladığımız bu hikayede aslında açlıktan
deliren aşçı ayağı kırılan denizciyi öldürüp yediği, daha sonra Pi’nin annesini
öldürdüğü ve beklenmedik bir çıkışla Pi’nin de aşçıyı ölüdrerek botta yalnız
kaldığı gerçeğiyle karşı karşıya kalıyoruz. Hayatı boyunca doğayla barışık, tek
bir canlıyı bile incitmemiş Pi’nin birçok ölüme tanıklık etmekle kalmayıp, bir
katil olduğunu anlıyoruz.
Gerçek
hikaye ortadayken Pi’nin kendini bu kendi hayal ürünü olan hikayeye
inandırmasındaki tek neden umudunu kaybettiği hayata tutunabilmek ve tekrardan
yeni bir hayata başlayabilmek. Filmin sonunda Pi’nin yazara hangi hikayeye
inandığını sorduğunda yazarın ilk hikayeyi “daha iyi” bularak ona inanması da
acı gerçekleri kabullenmenin aslında ne kadar zor olduğunu bir kez daha
gösteriyor. Kişi zaten mucizelerle dolu olan ilk hikayeyi kabul ettiğinde ister
istemez Tanrı’nın da varlığını kabul ederken, ikinci hikayeye inandığı zaman
insanların aslında ne kadar acımasız, günahkar ve kötü olduğu gerçeğini
kabullenmiş oluyor.
Filmde
Pi’nin aslında Parker olduğu küçük sembollerle gösteriliyor. Başta kaplanın
bota çıkmaya çalışırken balıklarca aşağı çekildiğini gösteren Ang Lee, aslında
kaplanın bota hiç çıkmadığını belirtiyor. Daha sonra botta beyaz muşambanın
altından çıkan sırtlan da bu durumu destekliyor çünkü o küçük alanda bir
sırtlan ve bir kaplanın yan yana durması imkansız bir olay. Film boyunca Pi’nin
ve Parker’ın yatışından duruşuna, bakışından hareketlerine kadar neredeyse aynı
olması dikkat edilmesi gereken bir diğer unsur. Kaplanın gözüyle başlayan
karakterlerin varoluşlarını ve hayallerini gördükleri sahnenin Pi’nin gözünde
sona ermesi de bu durumu destekliyor. Filmin sonunda Pi kurtulurken Richard
Parker’ın da arkasına hiç bakmadan ormana girmesi özgürlüğün en iyi
sembollerinden biri olmuş.
Filmde bir
diğer garip sahne tabii ki ada sahnesi. Burada Pi’nin annesinin çürümeye
başlamış bedeninden kurtulması temsil edilmiş aslında. Adanın ona huzur ve
konfor vermesiyle Pi’nin hala annesinin yanında uyuduğunu fark ettiğimiz filmde
Pi’nin eline annesinin dişinin gelmesi bazı şeyleri anlamasına yardımcı oluyor.
Aşçı tarafından öldürülen annesinin bedenini suya atmadığını fark eden Pi,
hastalık kapmamak için bu zor görevi sonunda gerçekleştiriyor.
Peki bu
kadar hayvan varken Pi neden kendini bir kaplanla özdeşleştirdi sorusunun
cevabı ise filmin en başındaki sahnelerden birinde saklı. 11 yaşındaki Pi’nin
Richard Parker’ı eliyle beslemek istemesiyle kolunu kaptırmaktan son anda
kurtulduğu sahnede babası Pi’ye hiç unutamayacağı bir ders vermek istiyor.
Parker’ın keçiyi parçalamasını canlı bir şekilde izlemek durumunda kalan Pi
aslında çok büyük bir travma yaşıyor. Bu travmanın sonuçları gemi kazasıyla
ortaya çıkıyor ve Pi kendini Richard Parker’la özdeşleştiriyor.
Sonuç olarak
“Life of Pi”, bir insanın hayatta kalma mücadelesinin sembollerle mükemmel bir
görsel şölene çevrilmiş bir başyapıt olarak karşımıza çıkıyor. Filmde
kullanılan müzikler ve yerinde kullanılan üç boyutla daha da içine girilen bu
film kesinlikle izlenmeye değer!
Oscar
Ödülleri
- En İyi Yönetmen: Ang Lee
- En İyi Görüntü Yönetmeni: Claudio Miranda
- En İyi Görsel Efekt
- En İyi Müzik: Mychael Danna
Oscar Adaylıkları
- En İyi Film
- En İyi Uyarlama Senaryo
- En İyi Kurgu
- En İyi Sanat Yönetmeni
- En İyi Ses Miksajı
- En İyi Ses Kurgusu
- En İyi Şarkı
- En İyi Yönetmen: Ang Lee
- En İyi Görüntü Yönetmeni: Claudio Miranda
- En İyi Görsel Efekt
- En İyi Müzik: Mychael Danna
Oscar Adaylıkları
- En İyi Film
- En İyi Uyarlama Senaryo
- En İyi Kurgu
- En İyi Sanat Yönetmeni
- En İyi Ses Miksajı
- En İyi Ses Kurgusu
- En İyi Şarkı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder